BALIKESİR

"POLİTİKA GAZETESİNDE"

YAYINLANAN BAZI  KÖŞE YAZILARI

                       

                                                                   İNSANLIK SUÇU İŞLENİYOR

İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net

Saddam’ı ve terörü bahane ederek, Irak’a özgürlük ve medeniyet getirme vaadiyle işgal edenler, eşi ve benzeri görülmemiş işkencelere imza atıyorlar.

Benzer gerekçelerle Filistin’de de çoluk çocuk, kadın, yaşlı, sakat demeden öldürülüyor, evleri başlarına yıkılıyor.  

Tüm dünyanın gözü önünde, insanlar topluca katledilip, insanlık suçu işleniyor, kimse dur diyemiyor.

Her gün televizyonlardan yeni yeni ortaya çıkan,  insanı insanlığından utandıran işkence fotoğraflarını ve kamera görüntülerini izliyoruz.

Bu işkence fotoğrafları insanın kanını donduruyor. İnsanın insana yaptığına bak, bunları yapanlarda mı insan demekten kendimizi alamıyoruz.

Vahşice öldürdükleri insanların cesetleriyle, utanmazca mutluluk! fotoğrafları çektiriyorlar. Bunlar birde medeniyetin temsilcileri sayıyorlar kendilerini.

Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavarlar bunlar olsa gerek.

Düğün evlerine bombalar yağdırarak, çocuk, kadın demeden onlarca insanı katlediyorlar.

Bütün dünya da bunlara ne hüzün vericidir ki ses çıkaramıyor. Savaş ve insanlık suçu işleniyor kimse dur diyemiyor.

Bu insanlık dışı vahşet karşısında, insan hakları kuruluşlarının  ne sesi çıkıyor, nede varlıklarından bihaber.

İnsan hakları temsilcileri yoktan bahanelerle, yıllarca Türkiye’yi defalarca denetlemeye gelip, en ağır şekilde kınarken, Irak’taki ve Filistin’deki bu vahşi katliamlar karşısında sus pus oldular.

Dünyada savaşları ve uluslararası haksızlıkları önlemek amacıyla kurulan BM ise, Irak ve Filistin’in işgali ve yapılan katliamlar karşısında her nedense bu görevini unutmuş gözüküyor.

Filistin’de insanlar topluca katledilirken ve evleri başlarına buldozerlerle yıkılırken, hiçbir tetbir alma girişiminde bulunmuyor, bulunamıyor.

Her nedense başka ülkelerin en ufak hatalarında, hemen ambargolar devreye girerken burada hiç biri akla gelmiyor.

Bu zamana kadar haklı haksız bir çok ülkeye dünya çapında ambargolar devreye sokulurken, burada sessiz kalınıyor.

Neden? 

Tüm dünyaya Nazilerin kendilerine yaptıklarını anlata anlata bitiremeyen İsrail, damdan düşmüş bir devlet olarak, Filistinlilere uyguladıkları bu zalimce vahşeti ve devlet terörünü uygulamamaları gerekmez mi?

Fakat görülüyor ki, Hitler’in kendilerine yaptıklarının intikamını Filistin halkından çıkartıyorlar.

Fakat tarih şahittir ki hiçbir zalimin zulmü payidar kalmamıştır. Bu dehşet verici görüntüler dünya kamuoyu ve bölge halklarının şuur altına bir daha silinmemecesine kazınmaktadır.

 Bu katliamlar elbette ilelebet sürmeyecek ve bir gün bir şekilde son bulacaktır. Hepimizin bildiği Kazıklı Voyvodanın, o iğrenç işkence biçimi olan kazığa oturtma uygulamaları, insanlık tarihine bir kara leke olarak nasıl kazındıysa, ABD ve İsrail’in yaptığı bu insanlık onurunu ayaklar altına alan işkence ve katliamları da, bir kara leke olarak hiçbir zaman unutulmamak üzere tarih sayfalarına kazınacaktır.

Bu ülkelerin gelecek nesilleri de, bu utanç sayfalarıyla her zaman yüz yüze yaşamak zorunda kalacaklardır.

Bu lekelerden kurtulmak için, en büyük görev ABD ve İsrail halkına düşmektedir. Artık bu insanlık dışı katliamlara daha fazla sessiz kalmamalıdırlar.

Tarihte kendi geçmişlerine yapılanları, kendi yöneticilerinin de başkalarına aynısını yapmalarına müsaade etmemelidirler. 

Irak ve Filistin’deki bu insanlık dramına, başta BM ve bölge ülkeleri olmak üzere bütün dünya ülkeleri kayıtsız kalmamalıdır.

 Bu gün bu katliamlar onların başınaysa, yarın aynı durum kendi başlarına da gelebilir.

 Irak’ta, Filistin’de yaşananlar bir insanlık dramı olduğu kadar, aynı zamanda bir savaş ve insanlık suçudur.

Dünya kamuoyu bu insanlık dışı vahşi, iğrenç, insanlığı utandıran işkence ve katliamlara dur demelidir, diyebilmelidir.

                                   

                                                     MESLEKİ TEKNİK EĞİTİM S.O.S VERİYOR
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net
     Ülkelerin kalkınmalarının temel şartlarından biri tartışmasız,yeterli ve vasıflı insan gücüdür. Bu insan gücünün yetiştiği zeminlerin başında da,Mesleki ve Teknik eğitim veren, Mesleki ve Teknik eğitim okulları gelmektedir.
Bir ülke,gençlerini,ülke gerçeklerini göz önünde bulundurarak,ihtiyaç duyulan meslek alanlarında yetiştiremez ve bu alanlara gerekli yatırımı yapmazsa geri kalmaya mahkum demektir. Ülkemizde uzun yıllardan beri Mesleki ve Teknik eğitim,genel eğitimin %30’u oranında olduğu,geri kalanın ise genel liselerden oluştuğu söylenip durmuştur. Bu durumun tersine olması gerektiği,yani %70 mesleki,geri kalanın ise genel liseler şeklinde olması gerektiği tezi savunula gelmiştir.
      Yukarıda söylenenler doğrudur. Ancak doğru olan ve doğru olduğu kadarda isabetli olan bu düşünce,ne yazık ki son yıllarda YÖK tarafından yapılan bazı düzenlemelerle,Mesleki Teknik eğitim okullarının gözden çıkarıldığı manası anlaşılabilecek uygulamalar devreye girmiştir. Bunların başında üniversiteye girişte,meslek okulları mezunlarına getirilen kısıtlamalar gelmektedir. Bunun neticesinde birçok bölüm kapanmış veya kapanmayla karşı karşıya kalmıştır. Öğrenci sayısı gözle görülür bir şekilde azalmış,neredeyse bir çok bölümde öğretmenler öğrencisiz kalmıştır.
      Teknik ve Endüstri meslek lisesi Makine bölümünü bitiren bir öğrenci maalesef mesleğinin devamı olan Makine mühendisliğine,Bilgisayar bölümünü bitiren bir öğrenci Bilgisayar mühendisliğine v.b. giremediği halde,genel lise mezunlarına bütün bu kapılar ardına kadar açılmıştır. Halbuki bu teknik dallar,mesleki ve teknik eğitim okullarından mezun olan öğrencilere,ek puanlar da verilerek teşvik edilmeli,üç ile beş yıllık temel meslek eğitimi alan gençleri, bu hayati alanlara yönlendirilmeleri,hem pratiği,hem de teoriği iyi bilen daha kaliteli mühendislerin yetişmesi sağlanmalıdır.
    Mesleki Teknik eğitime öğrenci alınırken,hiçbir yere giremeyen öğrenci değil,tersine Fen liseleri ve Anadolu liselerinde olduğu gibi seçme öğrenciler alınmalıdır. Çünkü teknoloji üretecek insanları yetiştirmenin yolu,teknolojiyi üretebilecek yetenek ve kabiliyetteki gençlerle olacaktır. Ayrıca Mesleki Teknik okullarımızın hem kalitesi yükselecek,hem de buraları bitiren öğrencilerimiz okullarını bitirir bitirmez istihdam olanağına kavuşacaklardır. Böylece mesleki teknik eğitimin geleceği aydınlanacak,aileler çocuklarını bu okullara yerleştirmek için var güçleriyle yarışacaklardır.
     Mesleki Teknik eğitim okullarına, çağın gerektirdiği, araç, gereç ve teçhizatın sağlanması gerekmektedir. Bu gün bu okullarımızda genellikle klasik makine ve teçhizatlarla eğitim öğretim yapılmaktadır. 1960-1970’li yıllarda piyasadan ileri olan okullarımız,maalesef günümüzde çok gerilere düşmüş,piyasadan ileri olmayı bırakınız,piyasadaki teknolojik gelişmeleri takip edemez duruma düşmüştür. Halbuki bu okullarımız birer fabrika gibi çalışmalı,hem araştırmalı,hem de öğrencisi ve öğretmeniyle birlikte bütün personeline ek katma değer sağlayacak üretim yapılmalıdır. Siz o zaman görün mesleki teknik eğitim okullarının durumunu.
   Yıllardan beri günün şartlarına uymayan 3423 sayılı döner sermaye talimnamesinin köklü değişikliğe uğramadan uygulanmasına devam edilmesi,öğretmen,teknisyen ve öğrencilerin çalışma aşklarını kırmış,adeta çalışanları caydırıcı bir özellik kazanmıştır. Bu durumun da, acilen çalışanların lehine olacak şekilde yeni baştan düzenlenmesi,teşvik edici bir güç oluşturacaktır.
         Ülkemizde 1999 verilerine göre mesleki ve teknik orta öğretim kurumlarında hiç de ihmal edilemeyecek kadar, öğretmen,öğrenci ve okul sayısı mevcuttur. Bir fikir olması bakımından bunları vermekte fayda vardır(*).
   Okul türü Okul sayısı Öğrenci sayısı Öğretmen sayısı
 
Okul türü                           Okul sayısı       Öğrenci sayısı                   Öğretmen sayısı

Erkek Teknik                1091             369.947                          23.291

Kız Teknik                     636             102.397                          13.019

Ticaret ve Turizm           650             237.360                          10.642

Din Öğretimi                   605             178.046                          18.702

Diğer (**)                       387               61.754                            6.864

TOPLAM                   3.369            949.504                        72.518        (*)Tuncer Çetinkaya-Meslek liselilerin dramı(Araştırma).
(**)Özel eğitim ve öğretim kapsamındaki meslek liseleri ve diğer bakanlıklara bağlı meslek liseleri.

      Bu kadar toplum kesimini ilgilendiren hayati bir alanı, ihmal etmemek,problemlerine acil çözümler bulunması düşüncesini taşıyoruz.
Mesleki Teknik Eğitimin ülkemizin kalkınmasında Motor görevi yaptığını akıllardan çıkarmadan,gerekli önlemlerin çok geç kalmadan,alınması zamanının geldiğine inanıyoruz.

***
***
***

                                                             TERÖRÜN BÖYLESİ...
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net
      Aman Allah’ım bu ne dehşet. On bir eylül günü dünya eşi görülmemiş bir terör hareketi yaşadı.Neydi o A.B.D.’de yüz on katlı dünyanın en yüksek binalarına çarpan uçakların meydana getirdiği dehşet görüntüleri.İnsanların o ürperten çığlıkları. Ardı ardına toz duman içinde yok olup giden o dev kuleler. İnsanların çaresizlik içinde pencerelerden ya kendilerini aşağıya bırakarak yada imdat feryatları atarak bütün insanlığın gözü önünde çaresizlik içinde kalması. Böylesini dünya hiç yaşamadı
-Nedir bu vahşet?
-Bunu yapanların amacı neydi?
-Kimden ne istiyorlardı?
-Neden bu yola başvuruyorlardı?
-Hiç mi vicdan sahibi değillerdi?
-insanlıktan hiç mi haberleri yoktu bu insanların?
-Amaçları bazı ülkeleri karşı karşıya getirmek miydi?
-Dünyada dinler arası savaş çıkarmak mıydı?
Neden? Neden? Neden?
Bu terörü yapanlar mutlaka ama mutlaka yakalanıp gereken ceza verilmelidir.Nerede ve kim olursa olsun bunları bulmak ve adalete teslim etmek bütün insanlığın borcu olmalıdır.
      Ülkemiz yıllarca aynı dehşeti defalarca yaşadı.On beş yıl Türk anaları teröre binlerce evlatlar şehit verdi.Terör acısını en iyi bilen ve yaşayan Türk insanıdır.Onun için A.B.D.’ki bu terör hareketini en iyi Türk insanı anlar.Bu terör dehşetini telin ediyorum.Dünyada bu tip vahşetlerin bir daha tekrarlanmamasını diliyorum.
       Bu terör olayı karşısında dünyanın aldığı pozisyon umut vericidir.Hemen hemen bütün ülkeler terör karşısında güç birliği içine girmişlerdir.
Yıllarca ülkemiz bütün dünyaya çağrı yaparak terör karşısında işbirliği yapılmasını istemiş ama bir çok ülke buna çeşitli nedenlerle yanaşmamıştır. Hatta bazı ülkeler teröristlere özgürlük savaşçısı olarak bakmış ve gizliden gizliye silah,finansman v.b yardımlarda bulunmuştur.
   Yıllarca dış elçiliklerimizde bulunan insanlarımız Ermeni terör örgütlerince öldürülmüş kimsenin sesi çıkmamıştır.PKK tarafından otuz bin insanımız hunharca katledilmiş kimsenin kılı kıpırdamamıştır. Dileriz bu son olay herkesi uyarmış olsun.
    Teröristin sağı-solu,Hıristiyanı-Müslümanı-Yahudisi, beyazı-siyahı olmaz. Kim olursa olsun gerekli deliller bulunarak yapanlardan mutlaka hesap sorulmalıdır.
      Son olayda alelacele, hemen teröristler elde kesin bilgiler olmadığı halde ilan edildi. Sanık sandalyesine de Müslümanlar oturtuluverdi.Bunun örneğini daha öncede görmüştük. Oklahoma olayında da hemen teröristler belirlenip ilan edilmişti.Bunlar Müslümanlardı. Kısa süre sonra gerçek ortaya çıktı.Gerçek terörist bir A.B.D vatandaşıydı.Yanlış olan taraf şurada.Sanık sandalyesine herhangi bir dinin oturtulmasıdır.
    Ermeni teröristler Türk elçilik görevlilerini öldürdüğünde,hiç kimse bu saldırıyı Hıristiyanlar yaptı demedi. Hıristiyanlığı sanık sandalyesine oturtmadı. Peki A.B.D.’ki bu olayda niçin hemen İslam sanık sandalyesine oturtulmak isteniyor.Velev ki teröristler Müslüman çıksa bile. Ben bu gibi yanlışlıkların önüne geçileceğini dünya kamu oyunun sağ duyusuna da güvenerek düzeltileceğine inanıyorum.
   Bu terör olayı basit bir olay değildir.Bu kadar gizli ve organizeli bir hareketi yapmak kolay değildir..Hele A.B.D gibi bir devlette. CIA gibi bir istihbarat örgütünün bundan haberi olmaması mümkün değildir.Üstelik bu olayı gerçekleştirmek için birkaç günlük organize ve eğitimde yeterli değildir.Yıllar gerektirir.Ayrıca dört tane uçak aynı anda kaçırılacak,uzun süre uçacak,peş peşe intihar saldırıları yapacak da bundan CIA’nın haberi olmayacak.Doğrusu bunu benim aklım kabul etmiyor.Bu olayı yapacak güç demek ki CIA’dan da daha güçlü bir organizeye ve gizliliğe sahiptir.
     Ayrıca teknolojik olanaklarının da mükemmel olduğu kanısındayım. Bunun üzerinde durulmasında fayda olduğuna inanıyorum.
Tüm insanlığa terörsüz günler dileğiyle.
***
***
***
                                                                                      
 
  1000 YIL ÖNCESİNE DÖNÜŞ MÜ?

İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net

Yaklaşık bin yıl önce batıdaki insanlar doğu ülkelerinin çeşmelerinden Bal,ırmaklarından altın ve inciler akıyor diye inandırılıp,bunlara sahip olmak için bütün Hıristiyan halkları haçlı seferlerine hazırlamışlardı. Büyük ordular kurulup, Müslüman ülkelere, adına Haçlı seferleri denilen kanlı saldırılar düzenlenmişti. Bin yıl sonra,çok yakın zamanda Papa II.jan Paul, tarihteki bu acı olayları kastederek, bütün İslam aleminden Haçlı seferleri için özür dilemişti. Aslında en doğrusunu yapmıştı. Bu davranış dinler arası diyalog ve barış için önemliydi.
     Ne yazık ki,son A.B.D’de meydana gelen terörist saldırıların sonunda(Bu saldırıları daha önceki yazımızda şiddetle telin etmiştik),A.B.D başkanı Bush, verdiği talihsiz bir demeçte “Haçlı seferi” düzenlemekten bahsetmektedir. Her ne kadar sonradan yanlış anlaşıldığını söylediyse de,dünya lideri kabul edilen birisinin tarihin karanlık sayfalarında kaldığını sandığımız haçlı zihniyetini bizlere tekrar hatırlattı. Dileğimiz bu sözlerin gerçekten yanlış anlaşılmış olmasıdır. Yoksa A.B.D dünyadaki saygınlığına ve güvenirliğine gölge düşürmüş olacaktır. Çünkü tarihte yaşanılan o saldırılarda Avrupa’dan Kudüs’e kadar taş taş üstünde ve baş baş üstünde bırakılmamıştı.
     İnsan düşünmeden edemiyor. Acaba orta Asya’da ve Orta Doğuda bulunan petrol borularının içinden akan siyah petrol altın,bütün yer altı kaynakları da uranyum ve elmas mı? olarak kabul edilip,bunlara sahip olmak için yine haçlı seferlerinden bahsediliyor. Artık bu tip düşünceler şu modern dünyada konuşulup dillendirmeyi bırak, akla bile getirilmemelidir. İnsanlık bu tip tarihin acı sayfaları arasında kalan olayları artık yaşamayı bırak, hatırlamayı bile istemiyor.
    Belli inançtaki insanları potansiyel suçlu olarak kabul etmek kadar yanlış ve tehlikeli bir düşünce olamaz.İnsanların inançlarıyla oynanmamalı,inançları ulusal ve uluslararası çıkarlar için kullanmamalı,bu yüzden insanlar karşı karşıya getirilmemelidir. Dolayısıyla dünya barışında sorumluluğu olan devletler ve kişiler daha dikkatli olmak zorundadır.
Marjinal kişi ve grupların yaptığı terör dolayısıyla bütün bir devleti,milleti veya dini hedef almak,suçlamak,hatta daha da ileriye giderek toptan imha hareketine girişmek, yanlış olduğu gibi insan haklarına da, uluslararası hukuka da aykırıdır. Kendi koyduğumuz kuralları çiğnemek ve tanımamaktır. Teröre,terörle karşılık vermek yerine,uluslararası hukuk kuralları işletilmelidir.
Bütün insanlık,maddi ve manevi çıkarlar için terörizmi ve her türlü savaşı araç olarak kullanmayı reddetmeli,bu konuda sesini yükseltmeli,terör ve savaş çığırtkanlarına fırsat vermemelidir.
***
***
***
                                                                                                                       SENDE Mİ BERLİSCONİ?
İSMAİL SARIÇAY
E-Mail:isaricay@turk.net

       Son zamanlardaki demeç ve söylemlerden öyle anlaşılıyor ki batı insanının kafasındaki haçlı düşüncesi bin yıldır hiç değişmemiş,şuur altında taptaze durmaktadır. Düne kadar PKK terör örgütüne ve terörist başına kol kanat geren,hatta aylarca bütün dünyanın gözü önünde,kendi ülkelerinde birinci sınıf insan muamelesi yapan İtalyan yöneticileri,bugün tarihten gelen bütün kinlerini de ortaya çıkararak Müslüman ülkelere hakaret etmekte,terörist saymakta ve medenileştirmek için fetihlerden(haçlı seferinden) bahsetmektedir.
     1.dünya savaşından sonra batılı müttefikler Anadolu’ya medeniyet götürüyoruz bahanesiyle yurdumuzun çeşitli bölgelerini işgal etmişlerdi.Demek ki bu düşünce hiç mi hiç değişmemiş. Bugün yine bakıyoruz,tarihte nice acılara ve yıkımlara neden olmuş,o tehlikeli düşünceler açık açık ifade edilmektedir
     Terörizm konusun da dünya bir sınav geçirmektedir.Kimlerin iki yüzlü(Çifte standartlı) olup olmadığını daha iyi anlamak mümkün olmaktadır.
    Dün APO’yu ülkesinde koruyup kollayanların bugün terör konusunda hiç mi hiç konuşmaya hakları yoktur. Dünya çapında meydana gelen terör karşıtı işbirliği nedeniyle İtalya’dan da,teröre verdiği desteğin hesabı sorulmalıdır.Hiç olmazsa Türkiye olarak biz bunu gündeme getirip,İtalya’nın sicilindeki bu kirli dosyaları dünya kamu oyuna bu vesileyle duyurmalıyız. 1999 yılında Türk halkının İtalya’ya gösterdiği tepkiler ne kadar haklı ise,İtalyan Başbakanının bu günkü sözleri de o kadar haksızdır.Aynı zamanda suçluluk psikolojisinin bir ürünü olduğuna inanıyorum ve sende mi Berlisconi demekten kendimi alıkoyamıyorum.
      Daha çok değil iki yıl önce 1999 yılında,ülkemizde otuz bin insanın canına kıyan terör örgütüne ve terörist başına, ev sahipliği yapmış İtalya’nın, şimdiki Başbakanı Berlisconi, Müslüman ülkeleri fetih sözleriyle dünya terörizmini hortlatmak istemektedir. Bu yaklaşım Faşist ve ırkçı bir yaklaşımdır. Bu tip yaklaşımların tarihte nelere mal olduğunu bilmem açıklamaya gerek var mı? Terörizm konusunda susması gereken birileri varsa bunların başında da İtalya gelmektedir.
Lütfen susun Berlisconi.1999’u daha unutmadık.
***
***
***
                                                                                                    
 ÇOCUKLAR AĞLAMASIN.
İSMAİL SARIÇAY
E-mail:isaricay@turk.net

Zamanımızda savaşa karşı çıkmak ne yazık ki suç olmaya başladı.Savaşa taraf olmak neredeyse meziyet haline geldi.Her şeye rağmen bütün insanlık savaşa karşı sesini yükseltmek zorundadır.Dün olduğu gibi,bu günde maddi,manevi çıkar elde etmek ve çıkarlarını korumak isteyenler hemen silaha sarılıyor.Belki de dünya silah devleri ve silah tacirleri böyle istiyor.Ne yapıp edip bir bahane yaratıp savaşlar çıkarıyorlar.
Bütün dünya kamu oyu, barış konusunda her şeye rağmen fikir ve güç birliği yaparak,bu gibi tehlikeleri daha doğmadan önleyebilme kabiliyetine artık ulaşmalıdır sanırım.İnsanlık artık problemlerini silahla çözme yöntemlerinden vazgeçmeli, politik ve karşılıklı hakkaniyet içerisinde çözüm yolları bulabilmelidir.İnsanlığın bu gün ulaştığı medeniyet içerisinde, bütün anlaşmazlıklar savaşa gitmeden çözülebilmelidir diye düşünüyorum.
Savaşların en büyük yıkım ve zararı her zaman çocuk,kadın ve yaşlılar üzerine olmuştur.Hele o çocukların feryatlar içinde ağlamaları ve göz yaşları yok mu günlerce rüyalarımıza girmekte,onların yas ve figanları,sefalet ve göz yaşları yüreklerimizi dağlıyor.
Her savaş zamanında büyüklerimizden hep şu sözlerini işitiriz.”Allah düşmanımız da olsa savaşı kimseye göstermesin”.Biz Türk milleti olarak yüz yıllarca ya savaş içinde yada savaşların hep yanı başında bulunmuşuz. Her zaman analarımız ağlamış,yaslar tutmuş,ağıtlar yakmış ve çekilmez çilelere katlanmıştır.Ne yazık ki analarımızın ve çocuklarının göz yaşları oluk oluk akmış sel olmuştur.
Daha dün denecek kadar yakın olan Kıbrıs savaşında, Bosna’da, Çeçenistan’da ve Kosava’da insanların yine insanlara neler yaptıklarını hepimiz gördük ve yaşadık. Ne acıdır ki son günlerde televizyonlarda yine aynı sahneleri görmeye başladık. Yine savaşın o soğuk yüzünü,Afganistan’lı anaların ve çocukların haykırışlarında,göz yaşlarında kahrolarak izliyoruz. Evinden ocağından olmuş insanlar,dağda,bayırda ve yollarda perişan halde,aç,susuz, yalınayak,başıkabak,yıkık ve dökük de olsa kendi ev ve yurtlarını bırakarak bilinmeyen bir geleceğe doğru akın akın göç ettiklerine şahit olmaktayız. Kundak ve beşikteki o çocukları gördükçe kahrolmamak mümkün değil.İnsanların insanlara yaptıklarını gördükçe artık midemiz bulanıyor,psikolojimiz bozuluyor.
Büyüklerin yaptıkları hatalardan dolayı niye hep çocuklar mağdur oluyor. Bu anlaşmazlıklarda çocukların günahı ne? Niye hak etmedikleri halde faturanın büyük kısmı çocuklara çıkarılıyor,anlayan varsa beri gelsin.
İnsanlık bu gibi savaş felaketlerinden ne zaman kurtulacak bilmiyorum ama,her şeye çare bulan insanlık, bu modern çağda, eski çağlardan beri hükümranlığını sürdüren savaşa da alternatif bir çözüm yolu bulması gerektiğine inanıyorum.
Anaların ve çocukların göz yaşı dökmeyeceği,bütün insanlığın huzur ve güven içinde yaşayacağı bir dünya barışının olmasını,çocuklarımızın anasız,babasız büyümemesini ve ağlayan çocukların göz yaşlarına bir daha şahitlik yapmamamızı diliyorum.
***
***
***
                                                                                                                       ÖZÜR DİLİYORUZ ÇOCUKLAR
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net
          
Amerika, Afganistan, terör, savaş derken "Dünya çocuklar günü" güme gitti galiba. Dünyanın bu gündemi dışında başka bir şey düşünemedik ve göremedik malesef. 20 Ekim 1959 yılında Birleşmiş Milletler Teşkilatı yaptığı bir toplantıda her yılın Ekim ayının ilk Pazartesi gününü "Dünya çocuklar günü" olarak kabul etmişti. O yıldan beri de bütün dünyada Ekim'in ilk Pazartesi günü "Dünya çocuklar günü" olarak kutlana gelmiştir.
                            20 Ekim 1959 yılında, Birleşmiş milletlerin aldığı bu kararlarda neler vardı birkaç tanesini hatırlayalım.
- Çocuklar ırk, dil, din ve milliyet farkı gözetilmeden her yerde korunmalıdır.
- Çocuklara parasız ve zorunlu ilköğretim verilmesi zorunludur.
- Çocukların maddi ve manevi olarak güvenlik içinde büyümesi için önlemler alınmalıdır.
- Engeli çocuklar, özel bakıma muhtaçdır. Bunun için gerekli önlemler alınmalıdır.
- Çocuklar her türlü zulüm ve kötülüklere karşı korunmalıdır.
***********
gibi önemli kararlar alınmıştır.
               Ne yazık ki alınan bu kararlara rağmen her zaman çocuklar mağdur olmuştur. Savaşlarda, terör saldırılarında, göçlerde, kıtlıkta, yoksullukta hep çocuklar zor duruma düşmüşlerdir. Büyükler olarak bizler, malesef çocuklarımıza güzel bir gelecek hazırlayıp bırakamadık.
              Çocuklarımıza rahat ve huzur içinde yaşayacakları ne bir çevre, ne de onlara dünya standartlarında bir eğitim imkanı ve de yarınlara ümitle bakabilecekleri bir gelecek bırakabildik. Daha doğmadan üzerlerine binlerce dolar borç yükledik. Üstelik insan gibi beslenebilmeleri için yeterli besin kaynaklarından da mahrum bıraktık.
              Geleceğimizi teslim edeceğimiz çocuklarımızı ruhen, zihnen ve fizik olarak en iyi şekilde yetiştirmemiz gerekirken büyük çoğunluğunu ihmal ettik. Bunun sonucunda da bir çok çocuğumuzu ya köprü altlarında çaresizlik içinde bıraktık yada alkol, uçucu madde koklama (bali, tiner vb.) ve uyuşturucu madde kullanma gibi kötü alışkanlıklar edinmelerine zemin hazırladık.
             Çocukların çalışması ve çalıştırılması yasak olmasına rağmen, o küçücük yaşlarında onları çalışmak zorunda bıraktık.
           Dünyada milyonlarca çocuğumuzu, adaletsiz gelir dağılımı, sömürü, savaş, iç çatışma ve ülkelerinin ekonomik sıkıntılarından dolayı en temel hakları olan eğitim, beslenme, korunma vb. gibi ihtiyaçlarından mahrum bıraktık. Onlara ayıracağımız kaynakları, onları, eğitimsiz, aç susuz, yetim ve öksüz bırakacak silahlara aktardık.
               Ne yazık ki biz büyükler olarak, çocuklara geleceklerinden emin, barış ve huzur içinde bir dünya bırakamadık. Onları hergün savaş ve terör korkusu, eğitimsizlik, açlık ve sefalet korkusuyla başbaşa bıraktık.
             Evet çocuklar, kabul ederseniz sizden özür diliyoruz.

         Biz malesef görevimizi yapamadık.
 
***
***
***
                                                                                                           ENGELLER DURMAK İÇİN DEĞİL...
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net

      
Ülkemizde iş sahalarının az,ekonomik durumumuzun ve çapının küçük olması, yeni yetişen insanlarımıza iş bulmakta bizleri oldukça zorlamaktadır. Artık devlet kapısının da istihdam yönünden hayli daralması işsiz kalma riskini büsbütün artırmakta,kişilerin kendi işlerini kurmaktan başka çarelerinin olmadığının farkına varması gerektiğini, herkesin bilmesi gerekmektedir.
     Genç arkadaşlarımız,eğer herhangi bir meslek okuluna gitmediyse,ilköğretim veya genel liselerden mezun olan gençlerimiz, kendi kendini yetiştirmek ve mutlaka bir meslek sahibi olmak zorundadır. Dolayısıyla kendi işini kendisinin kurmasını başarabilecek yetenek ve kabiliyetleri kazanma formüllerini, bulmaktan başka çare olmadığını kabullenerek, her türlü imkânı değerlendirmek mecburiyetindedirler.
      Zamanımızda meslek edinme fırsatları oldukça artmış olup,kişilere düşen bu fırsatlardan kabiliyetine göre bir meslek dalını seçmesi,kararlılıkla seçtiği mesleği öğrenmesi gerekmektedir. Mesleği olmayan, bir başka deyimle vasıfsız insanların iş bulabilmesi artık imkansız olmaya başlamıştır. Görüyoruz ve yaşıyoruz ki,İş için hangi kapıyı çalarsanız çalınız ilk soru mesleğiniz nedir olmaktadır.
      Bu gün bir çok endüstri meslek lisesinde ve halk eğitim merkezlerinde,gündüz, akşam ve hafta sonları olmak üzere bir çok meslek dalında kurslar düzenlenmektedir. İşsiz ve vasıfsız gençlerimizin bu meslek kurslarından kabiliyetine uygun istediği bir dalı seçmesi ve buna sistemli olarak devam etmesi gelecekleri açısından önemlidir. Ayrıca boş gezmekten kurtulmuş,ekonomik ve sosyal yönlerden de kendilerini yetiştirmiş olacaklardır.
       Gençlerin devam edip kısa yoldan edinebilecekleri meslek gruplarından bazılarını şöyle sıralamak mümkündür.
1-Bilgisayar
2-Elektrik
3-Elektronik
4-Sıhhı tesisat
5-Tornacılık
5-Kaynakcılık v.b meslek dallarından birisine, akşam veya hafta sonları devam etmek suretiyle kısa yoldan bir meslek sahibi olma fırsatını değerlendirmiş,hemde kendi işini kurabilecek nitelikte,bir meslek dalında kendisini yetiştirmiş olacaktır. Ayrıca kahve köşelerinin o miskin(tembellik) havasından kurtulmuş,işsizliğin verdiği boşlukta,edinme ihtimali bulunan birçok kötü alışkanlıklardan da uzak kalmış olacaklardır.
        Bu gün birçok şehir merkezinde özel bilgisayar kursları açılmış veya açılmaktadır. Buralarda gece,gündüz ve hafta sonları bilgisayar kullanımı,bilgisayar programcılığı gibi meslek edinme kursları verilmektedir. En kısa yoldan meslek edinebilmek için bu bilgisayar kursları da büyük bir fırsattır. Yüz altmış saatlik bu bilgisayar kurslarına devam etmek suretiyle M.E.B. onaylı sertrifika almakla bilgisayar işletmeni olmak, oldukça kolay bir yoldur.
     Yakın çevremizde gördüğümüz birçok genç bu sayede iş bulabilmekte,hatta bilgisayar alanında iş yeri açmakla kalmayıp başka insanlara da istihdam alanı meydana getirmektedirler.
        Öyle gençler tanıyorum ki bu alanda, büyük iş alanları kurup,bulundukları mahalde söz sahibi olmuşlar,birkaç yılda işveren pozisyonuna gelmişlerdir.
İnsan isterse istediği başarıyı yakalayabilir. Hayatta başarısızlık diye bir şey yoktur aslında. Başarısızlık dediğimiz şey sadece sonuçlardır diyebiliriz. İnsan için engeller, durmak için değil, aşmak için olduğuna inanmışımdır her zaman. Önemli olan insanın kendisini başarıya göre programlamasıdır.
                Görülecektir ki insan isterse, hedefler tek tek gerçekleşecek,hatta başkaları için bu başarılar mucize olarak görülmeye başlanacaktır. Yeter ki insan kendi kendini, sahip olmak istediği mesleğe veya alana programlayıp başarmaktan başka çaresinin olmadığına inandırsın.
              Başarıya göre kendisini hazırlamayan insanlar, bir başka deyimle başarısızlığa kendisini inandıranlar, vasat olmayı garanti altına alan insanlardır. Mark Twain bir sözünde, bu konuda şöyle diyor;”Genç bir karamsarın görüntüsünden daha acıklı bir görüntü olamaz”. Bu sözün altına imza atmamak mümkün değil.
           Bugün gençlerimizin büyük bir kısmında benim gördüğüm,çalışmadan kazanmak,hem de çok kazanmak,buna mukabil herhangi bir sıkıntıya veya çabaya da maruz kalmamak düşüncesi hakimdir. Çalışmadan kazanmak mümkün olmadığına göre,çalışabilmek için her türlü şartı hazırlamak gerektiğine inanıyorum. Gece demeyip, gündüz demeyip, kendi geleceğimizi kendimiz hazırlamak zorundayız. Başaramamaktan ve hata yapmaktan korkmamalıyız. Çünkü insan,düştüğünü fark ederse ayağa kalkar. Aksi taktirde insan hata yaparım diye bir şey yapmıyorsa hem ekonomik,hem sosyolojik hem de psikolojik olarak büyük girdaplara sürüklenir. Bunun sonucu da sefalettir,yoksulluktur,fakirliktir,buhranlar ve çıkmazlardır.
                Gençlere hatırlatmak istediğim şudur. Azim ve kararlılığın,sabırla çalışmanın çözemeyeceği,altından kalkamayacağı hiçbir zorluğun olmadığını bilmeleri,kendilerini başarmaktan başka çarelerinin alternatifi bulunmadığına inandırmaları yeterlidir.
***
***
***
                                                            
  OKUYAMAMANIN FATURASI
İSMAİL SARIÇAY
E-mail:isaricay@turk.net
        Her gün bir intihar edeni veya cinnet geçireni televizyonlardan irkilerek izliyoruz. Toplumumuz ve insanlarımız her gün biraz daha karamsarlığa, ümitsizliğe,yalnızlığa ve çıkmazlara itiliyor. Hiçbir Allah’ın kulu da bunlar nedir ,neye işarettir deyip ne çare üretiyor, nede çözüm buluyor. Toplumun nereye sürüklendiğini maalesef göremiyor ve okuyamıyoruz.Her gün büyük harflerle gözümüze gözümüze sokulan bu olaylar toplumumuzun büyük bir buhrana sürüklendiğini,çöküşe doğru yol aldığını apaçık ifade ederken sorumlular maalesef bu gidişe bir çözüm bulamıyor,bulamadığı gibi de üzerinde pek de durmuyor.
        Bir gün bakıyorsunuz T.B.M.M bahçesinde bir simitçi kendini ağaca asıyor,diğeri bir apartmanın sekizinci katından bütün insanlara ibret olacak şekilde atlıyor,bir başkası boğaz köprüsünden kendini aşağıya bırakıp intihar ediyor,başka biri en değerli varlıkları olan çoluğunu çocuğunu kurşuna diziyor veya kesiyor,bir başkası başbakanlığın önünde kendini yakmaya çalışıyor veya zincire vuruyor ama bunlar neden oluyor diye ne yazık ki kimse ne düşünüyor nede köklü çözümler bulmaya çalışıyor.
       Kimi işsizlikten,kimisi borcunu ödeyememekten, kimi derdine çere bulamamaktan,kimisi evine götürecek ekmek parası bulamamaktan bunalıma girmekte ve istenmeyen sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
      Toplumumuz büyük bir çözülmenin eşiğindedir.Moral değerleri aşındırılmış,sosyal ve psikolojik olarak anafora uğratılmış,ekonomik olarak ise büyük tonajlı bir pres altına sıkıştırılmış Türk insanı, bir çıkış yolu bulamaz ve düşünemez duruma getirilmiştir.Milletimizin büyük çoğunluğu yarınlarından ümidini kesmiş, dayanacağı ve güveneceği ne bir dostu ne de tutunacağı bir dal kaldığına inanıyor artık.
       Yarınından emin olmayan insanlar,moral değerlerini de kaybettiğinden, hayata bakış açısı olumsuz yönde değişime uğrayarak,büyük bir karamsarlığa ve ümitsizliğe kapılarak tek çare olarak kendi hayatına yanlış ve tehlikeli de olsa maalesef son verebiliyor.Acı gerçek bu.
      Biz bu intihar olaylarının hikayelerini hep Avrupa’ya gidip gelenlerden dinlerdik.Oralardaki intihar kuleleri anlatılır,bizde şaşkın şaşkın dinlerdik.Nasıl olurda insanlar kendi kendini öldürebilir diye.Çünkü ülkemizde bu tip olaylara yakın zamanlara kadar çok az rastlanırdı.Zaman zaman basında çıkan Avrupa menşeli bu tip haberlerde Türk insanının intihar sıralamasında dünyada son sıralarda olduğu yazılır çizilirdi. Avrupa’lılara göre bunun sebebi de Türklerin moral değerlerine çok sıkı bağlı olmasından kaynaklanıyordu.
         Toplumumuzu daha da çıkmazlara sürüklemeden gerekli her türlü tedbirler alınarak ekonomik ve moral yönünden rahatlaması sağlanmalıdır.
Özellikle gençlerimizi, milli ve moral değerlerimizle donatarak,onlara bu değerlerimizin her türlü sıkıntıya,zorluğa, çaresizliğe ve yokluğa karşı bir direnç kaynağımız olduğunu bilmelerini,altından kalkılamayacak hiçbir problemin olmadığını,her türlü problemin şöyle veya böyle bir çözümümün bulunduğu konusunda uyarmamız ve onları hayata karşı daha dirençli kılmamız gerektiğine inanıyorum.Genç insanlar ümitlerle yaşar.Onlara ümit verecek geleceğe güvenle bakacak, kaynaklardan mahrum bırakmayalım.
        Toplumumuzda meydana gelen bu gerilim ve sıkıntıları iyi okuyup,sebep ve sonuç ilişkilerini iyi değerlendirip,toplumumuzun değer yargılarını bir saniye bile hatırdan çıkarmadan, her düzeydeki insanların bunlara çare üretmeleri,çözüm yolları göstermeleri ve uygulayıcılarında bunlardan faydalanarak ilmin ve teknolojinin ulaştığı çözüm metotlarıyla icraya koymaları gerekir.Yoksa gidiş iyiye işaret değil,faturalar altından kalkamayacağımız kadar ağır olabilir.
***
***
***
                                                        
  OKUYAMAMANIN FATURASI
İSMAİL SARIÇAY
E-mail:isaricay@turk.net

Her gün bir intihar edeni veya cinnet geçireni televizyonlardan irkilerek izliyoruz. Toplumumuz ve insanlarımız her gün biraz daha karamsarlığa, ümitsizliğe,yalnızlığa ve çıkmazlara itiliyor. Hiçbir Allah’ın kulu da bunlar nedir ,neye işarettir deyip ne çare üretiyor, nede çözüm buluyor. Toplumun nereye sürüklendiğini maalesef göremiyor ve okuyamıyoruz.Her gün büyük harflerle gözümüze gözümüze sokulan bu olaylar toplumumuzun büyük bir buhrana sürüklendiğini,çöküşe doğru yol aldığını apaçık ifade ederken sorumlular maalesef bu gidişe bir çözüm bulamıyor,bulamadığı gibi de üzerinde pek de durmuyor.
Bir gün bakıyorsunuz T.B.M.M bahçesinde bir simitçi kendini ağaca asıyor,diğeri bir apartmanın sekizinci katından bütün insanlara ibret olacak şekilde atlıyor,bir başkası boğaz köprüsünden kendini aşağıya bırakıp intihar ediyor,başka biri en değerli varlıkları olan çoluğunu çocuğunu kurşuna diziyor veya kesiyor,bir başkası başbakanlığın önünde kendini yakmaya çalışıyor veya zincire vuruyor ama bunlar neden oluyor diye ne yazık ki kimse ne düşünüyor nede köklü çözümler bulmaya çalışıyor.
Kimi işsizlikten,kimisi borcunu ödeyememekten, kimi derdine çere bulamamaktan,kimisi evine götürecek ekmek parası bulamamaktan bunalıma girmekte ve istenmeyen sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Toplumumuz büyük bir çözülmenin eşiğindedir.Moral değerleri aşındırılmış,sosyal ve psikolojik olarak anafora uğratılmış,ekonomik olarak ise büyük tonajlı bir pres altına sıkıştırılmış Türk insanı, bir çıkış yolu bulamaz ve düşünemez duruma getirilmiştir.Milletimizin büyük çoğunluğu yarınlarından ümidini kesmiş, dayanacağı ve güveneceği ne bir dostu ne de tutunacağı bir dal kaldığına inanıyor artık.
Yarınından emin olmayan insanlar,moral değerlerini de kaybettiğinden, hayata bakış açısı olumsuz yönde değişime uğrayarak,büyük bir karamsarlığa ve ümitsizliğe kapılarak tek çare olarak kendi hayatına yanlış ve tehlikeli de olsa maalesef son verebiliyor.Acı gerçek bu.
Biz bu intihar olaylarının hikayelerini hep Avrupa’ya gidip gelenlerden dinlerdik.Oralardaki intihar kuleleri anlatılır,bizde şaşkın şaşkın dinlerdik.Nasıl olurda insanlar kendi kendini öldürebilir diye.Çünkü ülkemizde bu tip olaylara yakın zamanlara kadar çok az rastlanırdı.Zaman zaman basında çıkan Avrupa menşeli bu tip haberlerde Türk insanının intihar sıralamasında dünyada son sıralarda olduğu yazılır çizilirdi. Avrupa’lılara göre bunun sebebi de Türklerin moral değerlerine çok sıkı bağlı olmasından kaynaklanıyordu.
Toplumumuzu daha da çıkmazlara sürüklemeden gerekli her türlü tedbirler alınarak ekonomik ve moral yönünden rahatlaması sağlanmalıdır.
Özellikle gençlerimizi, milli ve moral değerlerimizle donatarak,onlara bu değerlerimizin her türlü sıkıntıya,zorluğa, çaresizliğe ve yokluğa karşı bir direnç kaynağımız olduğunu bilmelerini,altından kalkılamayacak hiçbir problemin olmadığını,her türlü problemin şöyle veya böyle bir çözümümün bulunduğu konusunda uyarmamız ve onları hayata karşı daha dirençli kılmamız gerektiğine inanıyorum.Genç insanlar ümitlerle yaşar.Onlara ümit verecek geleceğe güvenle bakacak, kaynaklardan mahrum bırakmayalım.
Toplumumuzda meydana gelen bu gerilim ve sıkıntıları iyi okuyup,sebep ve sonuç ilişkilerini iyi değerlendirip,toplumumuzun değer yargılarını bir saniye bile hatırdan çıkarmadan, her düzeydeki insanların bunlara çare üretmeleri,çözüm yolları göstermeleri ve uygulayıcılarında bunlardan faydalanarak ilmin ve teknolojinin ulaştığı çözüm metotlarıyla icraya koymaları gerekir.Yoksa gidiş iyiye işaret değil,faturalar altından kalkamayacağımız kadar ağır olabilir.
***
***
***
                                                                                                                          GÜNEŞ IŞINLARI
İSMAİL SARIÇAY
e-Mail: isaricay@turk.net
Milletleri millet yapan,tarihten gelen maddi ve manevi değerleri ve bunların ilelebet gelişmelere paralel olarak özünü kaybetmeden değişip gelişmesi ve daima yaşatılmasıdır diyebiliriz.Toplumlar kendi öz değerlerini kaybetmediği müddetçe tarih sahnesinden,o milleti hiçbir güç silemez ve silememiştir. Bunun en canlı örneği Türk milletidir.Beş bin yıldır bütün badireleri öz değerlerini koruyarak ve yaşatarak atlatmış ve bu günlere gelmiştir.
Milletler ne zaman ki öz değer ve ideallerini kaybederse dünya üzerindeki uluslararası saygınlığını ve etkisini de kaybetmekle karşı karşıya kalır. Türk milleti de beş bin sene tarih sahnesinde söz sahibi olduysa bunu yüksek ideal ve insani hedeflere borçludur.Hun ve Osmanlı devletinde olduğu gibi. Hun devleti Hakanlarından Mete Han’a zamanının ileri gelenleri,Çin içlerine kadar dayanan sınırları kastederek şöyle derler.”Ulu hakanım topraklarımız oldukça genişledi,yeteri kadar büyüdük,hedef neresi,hala nerede duracağız?” dediklerinde,Mete Han;“hedef,güneş ışınlarının yayıldığı her yer” diyerek,bütün kainatı hedef olarak göstermesi boşuna değildi.Toplumunu daima çalışmaya ve gelişmeye,dünyada söz sahibi olmaya motive ediyordu. Onun için Hun devleti zamanının dünya devletiydi.Güneş ışınlarının yayıldığı yerlere biz ulaşamadık belki ama,bizim koyduğumuz hedeflere(Ay ve bazı yıldızlara) ulaşanlar, ne yazık ki bizim dışımızdaki toplumlar oldu.
Keza söğütte kurulan Osmanlı beyliğinin de hepimizin bildiği o yüksek idealleri sayesinde dünya devleti olduğudur. Bu örnekleri verirken hiçbir zaman saldırgan olalım,ülkelerin topraklarını topraklarımıza katalım düşüncesiyle vermedim.Dünyaya hakim olma,eskisi gibi tek başına topla tüfekle olmuyor artık.Bu günün dünyasında böyle bir şey düşünmek de her halde aptallık olur.Yüksek hedefi olan milletler ve insanlar ancak gelişir ve dünya üzerinde söz sahibi olabilirdi diye düşünüyorum.Eğer bu gün A.B.D dünya devletiyse,bütün dünyayı yönetme ve düzenleme ideallerinden kaynaklandığından dolayıdır ki bir komutla herkesi hizaya getirebiliyor.
A.B.D, Avrupa,Rusya ve Japonya, güneş ışınlarının yayıldığı yıldızlararası yarışta varsa toplumlarına verdikleri o yüksek ideal,moral ve çalışma sayesinde gerçekleştirmektedirler.
Bu gün dünya oldukça küçüldü.Dünyayı bu kadar küçülten de bilim ve teknolojinin ulaştığı seviyedir. Dünya bir köy haline geldi.Aşağı mahallede bir olay olsa yukarı mahallede nasıl hemen duyuluyorsa dünya köyü de aynı durma geldi.Dünyanın öbür ucunda bir olay olsa anında bütün dünyada yankılanıyor.Eğer bu köyde muhtar olamıyorsak bari,ihtiyar heyeti üyesi olalım.
Türk insanının bugün büyük ideallere ihtiyacı olduğuna inanıyorum.Ekmek kavgası dışında yapacakları olduğunu düşünüyorum. Ülkemiz bu günün dünyasında bilimde, teknolojide ve üretimde dünya ülkeleriyle yarışabilecek heyecan ve çalışma aşkında olması gerekirken maalesef büyük bir karamsarlık ve güvensizlik içindedir. Türk milleti olarak bu durumdan kurtularak kendi Hinterlandımız içinde olan Orta Asya’ya verilmek istenen düzende söz sahibi olmak,önümüzdeki yüzyıl,hatta bin yılı şekillendirecek gelişmelere biçare kalmamalıyız. Bu günün hesaplarıyla uğraşmak değil, gelecek yüzyıl veya yüzyılların hesaplarını yapmak zorundayız.

***
***
***

                                                                ÇOCUKLAR AĞLAMASIN
İSMAİL SARIÇAY
E-mail:isaricay@turk.net

Zamanımızda savaşa karşı çıkmak ne yazık ki suç olmaya başladı.Savaşa taraf olmak neredeyse meziyet haline geldi.Her şeye rağmen bütün insanlık savaşa karşı sesini yükseltmek zorundadır.Dün olduğu gibi,bu günde maddi,manevi çıkar elde etmek ve çıkarlarını korumak isteyenler hemen silaha sarılıyor.Belki de dünya silah devleri ve silah tacirleri böyle istiyor.Ne yapıp edip bir bahane yaratıp savaşlar çıkarıyorlar.
Bütün dünya kamu oyu, barış konusunda her şeye rağmen fikir ve güç birliği yaparak,bu gibi tehlikeleri daha doğmadan önleyebilme kabiliyetine artık ulaşmalıdır sanırım.İnsanlık artık problemlerini silahla çözme yöntemlerinden vazgeçmeli, politik ve karşılıklı hakkaniyet içerisinde çözüm yolları bulabilmelidir.İnsanlığın bu gün ulaştığı medeniyet içerisinde, bütün anlaşmazlıklar savaşa gitmeden çözülebilmelidir diye düşünüyorum.
Savaşların en büyük yıkım ve zararı her zaman çocuk,kadın ve yaşlılar üzerine olmuştur.Hele o çocukların feryatlar içinde ağlamaları ve göz yaşları yok mu günlerce rüyalarımıza girmekte,onların yas ve figanları,sefalet ve göz yaşları yüreklerimizi dağlıyor.
Her savaş zamanında büyüklerimizden hep şu sözlerini işitiriz.”Allah düşmanımız da olsa savaşı kimseye göstermesin”.Biz Türk milleti olarak yüz yıllarca ya savaş içinde yada savaşların hep yanı başında bulunmuşuz. Her zaman analarımız ağlamış,yaslar tutmuş,ağıtlar yakmış ve çekilmez çilelere katlanmıştır.Ne yazık ki analarımızın ve çocuklarının göz yaşları oluk oluk akmış sel olmuştur.
Daha dün denecek kadar yakın olan Kıbrıs savaşında, Bosna’da, Çeçenistan’da ve Kosava’da insanların yine insanlara neler yaptıklarını hepimiz gördük ve yaşadık. Ne acıdır ki son günlerde televizyonlarda yine aynı sahneleri görmeye başladık. Yine savaşın o soğuk yüzünü,Afganistan’lı anaların ve çocukların haykırışlarında,göz yaşlarında kahrolarak izliyoruz. Evinden ocağından olmuş insanlar,dağda,bayırda ve yollarda perişan halde,aç,susuz, yalınayak,başıkabak,yıkık ve dökük de olsa kendi ev ve yurtlarını bırakarak bilinmeyen bir geleceğe doğru akın akın göç ettiklerine şahit olmaktayız. Kundak ve beşikteki o çocukları gördükçe kahrolmamak mümkün değil.İnsanların insanlara yaptıklarını gördükçe artık midemiz bulanıyor,psikolojimiz bozuluyor.
Büyüklerin yaptıkları hatalardan dolayı niye hep çocuklar mağdur oluyor. Bu anlaşmazlıklarda çocukların günahı ne? Niye hak etmedikleri halde faturanın büyük kısmı çocuklara çıkarılıyor,anlayan varsa beri gelsin.
İnsanlık bu gibi savaş felaketlerinden ne zaman kurtulacak bilmiyorum ama,her şeye çare bulan insanlık, bu modern çağda, eski çağlardan beri hükümranlığını sürdüren savaşa da alternatif bir çözüm yolu bulması gerektiğine inanıyorum.
Anaların ve çocukların göz yaşı dökmeyeceği,bütün insanlığın huzur ve güven içinde yaşayacağı bir dünya barışının olmasını,çocuklarımızın anasız,babasız büyümemesini ve ağlayan çocukların göz yaşlarına bir daha şahitlik yapmamamızı diliyorum.
***
***
***
                                              BİR DAHA BÖYLE BİR YIL YAŞAMAYALIM
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk. net

2001 yılı her yönden,hem ülkemiz için,hem de halkımız için maalesef acı ve sıkıntı dolu bir yıl olarak hatırlanacak. Ülkemizin düştüğü ekonomik kriz toplumun bütün kesimlerini derinden etkilemiş,işsizlik,sefalet maalesef diz boyu olmuştur. Birçok iş alanı kapısına kilit vurmuş,üretim durmuş,işsizler ordusuna milyonlar eklenmiş,insanlar bir dilim ekmek için birbirlerini ezercesine dağıtılan yardımlardan kapma manzaraları yaşanmıştır. Kuraklık bir taraftan,banka ve devlet imkanlarını hortumlamalar diğer taraftan,pahalılık ve enflasyon canavarı bir başka yönden insanları canından bezdirmiştir.
1990’lı yıllarda oluşan çalışma,üretme veya bir şeyler yapma heyecanı kaybolmuş,herkeste bir ümitsizlik,korku ve güvensizlik almış yürümüştür. Anadolu kaplanları diye adlandırılan Türk insanının müteşebbüs gücü ve hareketi yok edilmiş,o çalışma ruhu ve heyecanı söndürülmüş,kaplanlar adeta kediye dönmüş,hatta yavrusu bile kalmamış, hepsi ne yazık ki sönüp yok olmuştur. Sadece kala kala parası olanların kat kat faiz rantıyla paralarına para eklemeleri,elleri devletin ve halkın cebinde olanların hortumlamaları kalmıştır.
Paramız dünyanın tanınmayan,hatta devlet olduğunu bile bilmediğimiz,duymadığımız küçücük ülke paraları karşısında bile utanç derecesinde değersizleşmiş olması,hepimizi derinden üzmüş,İMF denilen “dünya para devleti”nin her dediğini yapmak zorunda kalışımız ne yazık ki onurumuza dokunmuştur. Ne acıdır ki başka alternatif de bulamamamız bizi bu hallere düşürmüştür. Görünen o ki 2002 yılı da, daha zorlu geçeceğe, sıkıntılarımıza sıkıntı ekleneceğe benzemektedir. 2001 de Üretim, eğitim, sağlık, sosyal yapı,güven,işsizlik,gelir düzeyi ve dağılımı,ülke ekonomisinde küçülme dibe vurmuş,ancak enflasyon,pahalılık,faiz rantı, hortumlamalar,sosyal huzursuzluk ise tavana fırlamıştır. Bütün bunlar insanların mutsuzluğunun işareti olsa gerek. Halkımızın bütün bunları hak etmediğine inanıyorum.
Dileriz 2002 böyle olmaz.
***
***
***
                                                  İNSAN HAKLARINDA ÇOCUK
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turknet


Birleşmiş Milletler teşkilatı 10 aralık 1948 yılında, her yılın on aralık gününü “dünya insan hakları günü” olarak kabul etmiştir. Her yıl bu gün,dünyanın çeşitli ülke ve şehirlerinde konferans,panel,bildiri v.b etkinliklerle kutlanmaktadır. Ne acıdır ki bütün bu etkinliklere rağmen insan hakları ihlâlleri hala bütün dünyanın gündeminden düşmemektedir. Bu olumsuz uygulamalara rağmen,bütün insanlar kendi haklarını bilmesi gerekir ki haklarına sahip çıksın ve korusun. Biz de bir önceki yazımızda bunu geniş şekilde yazdık. Ancak biz bugünkü yazımızda ekim ayının ilk Pazartesi günü “dünya çocuk hakları” günü olmasına rağmen,genel insan hakları çerçevesinde tekrar çocuk haklarını da bir gözden geçirmekte fayda olduğuna inanıyoruz. İşte bu nedenle bugünkü yazımı çocuk haklarına ayırdım.
20 ekim 1959 yılında Birleşmiş Milletlerin almış olduğu bir kararla her yılın ekim ayının ilk pazartesi günü “Dünya çocuk hakları günü” olarak ilan edilmiş ve çocuklarla ilgili yedi maddelik bir bildiri yayınlamıştır. Bu maddeler şöyledir.
“-Çocuklar, ırk, din, dil ve milliyet farkı gözetilmeksizin her yerde korunmalıdır.
-Büyükler, çocuklara her zaman yardımcı olmalıdır.
-Çocuklar, iyi insanlar olacak şekilde okutulmalı ve yetiştirilmelidir.
-Çocuklar, açsa doyurulmalı, hastaysa bakılmalı ,engelli ise özel bir eğitimle eğitilmeli, öksüz kalmış veya sokağa atılmışsa alınıp korunmalıdır.
-Felaket zamanlarında çocuklara herkesten önce yardım edilmelidir.
-Gerekiyorsa aile bütünlüğüne saygı göstererek çocuğa yardımda bulunulmalıdır.
-Çocuklar zamanı gelince hayatını kazanacak şekilde yetiştirilmeli ve her türlü sömürülmeye karşı korunmalıdır”denmektedir.
Bazı iyi yönde gelişmeler olmasına rağmen,o gün bugündür her yıl ekim ayının ilk Pazartesi,çocuklar günü olarak kutlanmasına kutlanıyor ama sanıyorum olan yine çocuklara oluyor. Savaşlarda bakıyoruz çocuklar mağdur. Aile facialarında yine çocuklar önde. Yoksulluğun faturalarının ağır tarafı yine çocuklara kesilmektedir. Sokaklara bırakılıp ilgilenilmeyen yine çocuklar. Köprü altı çocukları ve sokak çocukları diye yine ön saflarda onlar var.
Çocukluk, insan hayatının en önemli çağıdır. Çünkü çocuklukta atılan temeller insanın hayatı boyunca fiziksel, ruhsal ve akli bakımlardan şekillenmesini sağlamaktadır. İyi ve kötü huylar,alışkanlıklar, hep çocukluk çağında kazanılır. Bu gün çocuğun büyümesi, gelişmesi ve eğitimi ile ilgili pek çok noktalar bilim yoluyla aydınlığa kavuşmuş olmasına rağmen, dünyanın bir çok ülkesinde pek de iç açıcı görüntüler görmüyoruz. Halbuki çocuklar bu günün yarını,yarının ise umududur. Geleceğimizin teminatıdır. Çocuklar için bütün olanaklar kullanılarak,onlar her türlü tehlike ve ilgisizlikten kurtarılmalı ve sahip çıkılmalıdır. Bütün çocukları, yeteneklerinin en yüksek düzeyde geliştirilmesi için her türlü fırsat değerlendirilmeli,onların beden,zihin ve sosyal yönden en iyi şekilde yetişmeleri sağlanmalıdır. Çocukları kendi çağımıza göre değil,onların yaşayacağı çağa göre yetiştirmeliyiz. Çağın gerektirdiği bilgilerle onları donatarak üretici ve buluşçu güçlerini milli ve manevi değerlerini,milli birlik ve beraberlik duygularını,vatan millet ve bayrak sevgilerini geliştirerek, 21.yüzyılın şartlarına göre hazırlamak zorundayız.
***
***
***
                                                        
***
***
***

                                                

                                                      KALE’LERİN GÖZYAŞLARI
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk . net

Lise çağlarımdan beri hep düşünmüşümdür. Ecdadımızdan bize yadigar kalan o paha biçilmez eserler neden sahipsiz,neden bakımsız,neden onarılmaz,neden bu eserleri gören yok,restorasyon yok ve en acısı da düşünen yok. Çok zaman gözlerimden yaşlar akmış,içim kan ağlamış ve kendi kendime demişimdir ki kendi tarihine,kendi değerlerine bu kadar lakayt kalan başka bir millet var mıdır diye çok sormuşumdur.
Yüzyıllarca hükmettiğimiz topraklarda zulüm,işkence,yoksulluk, kargaşalık yerine, barış,kardeşlik,uzlaşma,sanat ve kültür eserleri bırakarak çekildik bu topraklara. Ancak bütün bu tarihi gerçeklere önce kendimiz ters baktık. Hatta durmadan usanmadan küfrettik geçmişimize. Bir yabancıdan daha da yabancı kaldık kendi kendimize. İşte şimdi acıları fersah fersah çıkıyor, yine kulağımızın üstüne yatmışız duymamak için kulaklarımızı yorganla bastırmaya çalışıyoruz. Ne çare bütün bunlar gerçekleri değiştirmiyor. Suudi Arabistan’da Kâbe’nin yanıbaşında, Ata yadigarı Ecyad kalesi gümbür gümbür göz yaşları içinde yıkılıyor. Ecyad’ın imdat seslerini hiçbirimiz duyup engel olamıyoruz.Maalesef dumanları gök yüzünü sarınca yalancıktanda olsa tepki göstermeye çalışıyoruz. Bu kalenin yıkım kararı bir günde alınıp icra edilmedi. Yıllar önceden beri bunun planlarının yapıldığını bir çok insan biliyordu ve konuşuluyordu. Ama kimse oralı olmadı. Nede olsa devamlı iteleyip kakaladığımız Osmanlı eseririydi. Biz nice Osmanlı eserleri silinip süpürüldü yine duymadık. Girit adasında Osmanlı’ya ait ne kadar eser varsa hepsinin temeline kiprit suyu dökülerek yok edildi kimin haberi oldu. Yunanistan’da, Yugoslavya’da,Bulgaristan’da, Macaristan’a,Rusya’da,Suriye’de, Irak’tan Libya’ya,hatta ülkemizde yok olan eserlerin hattı hesabı yok.
Nerede onarılmış eserler varsa bakıyorum ya Bizans-Yunan yada tarih öncesi çağlarda yaşamış kavimlerin eserleri. Evet kültür insanlığın ortak malıdır,onları da koruyalım ama önce milletimizin verdiği vergilerle kendi kültür eserlerimizi bir ayağa kaldıralım. Sivas’ı gezip görenler bilir. Selçuklu eserlerinden Gök medrese,kaleler ve kümbetler eşi ve benzeri olmayan yapılar. Gelin görün ki hepsi İmdat! İmdat! diye çığlık atarcasına yarısı toprağa gömülmüş,diğer yarısı ise o acı sonu beklemektedir. Kapı kaideleri ve kale duvarlarından düşen o parçalar birer göz yaşını andırdığını düşünmüşümdür hep. O muhteşem eserler gözyaşlarını silecek ve kendilerini bu acıklı durumdan tutup ayağa kaldıracak birilerini beklemektedirler.
Çanakkale şehitliklerini hepimiz biliriz. Oralardaki top ve sığınaklarıda. Çanakkale’yi geçilmez yapan o topların halini gördükçe insanın yüreklerinin parçalanmamasını düşünmek mümkün değil. Namlusu eğilmiş bir tarafı yarı çamur içinde,Topların yan ayakları keza aynı şekilde,o sığınakların içi ve çevresi mezbelelik şeklinde içler acısı bir durum arz etmektedir.
Evet değerli okuyucularım. Biz Türk milleti olarak daha çoook Ecyad kalesi,Kâbe Revakları v.b kaleler yitiririz. Bu eserlere bizler sahip çıkmazsak elbette başkaları çıkacak değildir. Bu değerli eserlerimiz bulundukları yerlerdeki Türk milletinin Mührü ve damgasıdır. Geleceğimizin olmasını istiyorsak kültür mirasımıza sahip çıkmamız gerekiyor. Çünkü Tarihi olmayanın geleceği de yok demektir.

                                                  GÜCÜMÜZÜN FARKINA VARALIM
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk . net
Dünya devletleri içinde gelişme ve etkileme potansiyeli olarak en büyük avantaja sahip ülkelerin başında ülkemiz gelmektedir. Adriyatik’ten, Çin’e kadar olan coğrafi alanda,kültürel ve etnik olarak Türkiye’nin kültür nüfuz sahası inanılmaz bir potansiyele sahiptir. Bu bölge, hem coğrafi olarak,hem de ekonomik ve stratejik bakımlardan dünya çapında önemli bir yere sahiptir. Gözümüzü kulağımızı kesinlikle buralardan ayırmamak zorundayız. Bu görevi tarih, kaçınılmaz bir şekilde her zaman bize hatırlatmaktadır. Buraları ihmal ettiğimiz müddetçe bize Anadolu’da da huzur ve güven vermeyeceklerdir.
Herkes tarafından bilinen Osmanlı’dan bize miras kalan kültür sahalarını,maalesef bizler boş bırakmış,bütün ilgili toplulukların bağlılıklarını her sahada ifade etmelerine rağmen onlarla yeteri kadar ilgilenmemiş ve onları hayal kırıklığına uğratmışızdır. Onun için devamlı başımız ağrımaktadır. Bir başka açıdan Bosna’dan Doğu Türkistan’a , Çeçenistan’dan, kuzey Irak’a kadar olan alan, bizim kültür alanımız olarak kabul edilebilir. Eğer tüm bunları değerlendirebilirsek,bu alanlar Türkiye açısından paha biçilmez birer potansiyel güçtür. Buralarda yaşayan devlet ve toplulukları belli idealler çevresinde uzlaştırıp tek ses haline getirebiliriz. Türkiye’nin bir işareti bütün bu topluluklardan çıkacak sesle dünyayı sarsabilir ve ağırlıklı bir kamuoyu oluşturulabiliriz.
Türkiye’nin dünya devleti olması için hemen hemen bütün şartlar hazır. Fakat ya biz farkında değiliz yada elimizde bulunan bu potansiyeli değerlendirebilecek kapasitemiz yok demektir. Özellikle Ortadoğu ve Orta Asya’da Türkiye dikkate alınmadan hiçbir güç herhangi bir faaliyete girememelidir. Ancak bakıyoruz buralarda herhangi bir konuda operasyona girişen büyük güçler sanki Türkiye yokmuş gibi davranarak hareket etmekteler. Tabi bu bizim kendimizi dünya üzerinde kabul ettiremeyişimizin bir eseridir. Bizim bu bölgelerde etkinliğimizi sağlayamadığımızdan dolayıdır ki kimse bizi dikkate almamaktadır.
Tarihin altın tepsi içinde bize sunduğu fırsatları maalesef yeteri kadar değerlendiremedik. Kardeş devletler olarak tarih sahnesine çıkan Orta Asya’daki Türk devletlerine gereken yakınlığı ve yardımı gösteremediğimizden,onlar tekrar ya Rusya’nın nüfuz alanına girmeye başladılar yada Amerika’nın yeni nüfuz bölgeleri olmaya başladılar. A.B.D’nin Türkmenistan ve Özbekistan gibi ülkelerde üsler oluşturmaya başlaması buna en iyi örnektir. Dünyanın Ortadoğu’dan sonra ikinci büyük enerji kaynaklarının bulunduğu bu bölge bütün imkanlarımıza rağmen vurdum duymazlığımız sayesinde,elimizden çıkmakta olup başkalarının kontrolüne geçmek üzeredir.
Öyle sanıyorum ki A.B.D’nin Orta Asya’da iki amacı var. Birinci amaç Orta Asya’daki enerji potansiyelini ele geçirmek,ikinci önemli amaç ise nükleer güce sahip tek İslâm ülkesi olan Pakistan’ı kontrol etmek ve bu güçten arındırmaktır diyebiliriz. Tabi ki Rusya’da boş durmuyor. A.B.D ile dirsek temasına geçerek terazinin öbür kefesini dengelemeye çalışıyor. Bu devletlerin uzun süre buralarda çıkarlarını koruyabilmeleri için bölge ülkeleri arasında da, bu günden yeni itilaf alanları oluşturmaya başlayacaklarını pek yakında görmeye başlayacağız.
Türkiye devamlı iç sorunlarla değil biraz da hayati öneme haiz bu bölgeyle de yakından ilgilenmek zorundadır. Yoksa tekrar böyle fırsatları yakalamak için,bir yüz yıl daha beklemek zorunda kalırız.

                                                                     VAHŞİ RUHLAR
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk . net
Son zamanlarda ülkemizin çeşitli yerlerinde akıllara durgunluk veren olaylar yaşanıyor. Kimisi çoluğunu çocuğunu toptan kurşuna dizip sonra kendisi de intihar ediyor,bir başkası yüksek binaların üstüne veya boğaz köprüsüne çıkıp kendini aşağılara bırakıyor,kimileri de var ki güpe gündüz genç kızları kaçırıp olmadık işkenceler yaparak katlediyor. Maalesef bunların önüne bir türlü geçilemiyor. Son olarak İlimiz Balıkesir’de meydana gelen vahşet hepimizi iliklerimize kadar dondurdu. Balıkesir Lisesi ikinci sınıf öğrencisi olan bir genç kız,halihazırda kim oldukları belli olmayan,insanlıktan habersiz cani veya caniler Filiz Uslu adındaki bu öğrenciyi kaçırarak hunharca katlettiler.
Filiz Uslu’yu kim neden kaçırdı bunun cevabı en kısa zamanda bulunmalıdır. İnsanlıktan yoksun olan bu ruh dengesi bozuk vahşiler(insanlar demeye dilim varmıyor),mutlaka ama mutlaka en kısa zamanda bulunup adalet önünde gerekli cezalara çarptırılmalıdır.
Bunu yapan ruhsuz vahşiler, hiç düşünmezler mi ki kendi ana ve bacılarına aynı hunharlıklar yapılsa acaba razı olurlar mıydı? Hani meşhur bir söz vardır. “Kendine yapılmasını istemediğin bir davranışı başkasına yapma”. Ne acıdır ki toplumumuzda bunları düşünemeyecek kadar zavallı insanlar oldukça fazla ve bunların sayıları da gün geçtikçe artıyor.
Burada en büyük görev biz ana ve babalara düşüyor. Hepimiz çocuklarımıza sahip olmak zorundayız. Kiminle görüşüyor,nerelerde dolaşıyor bilmek zorundayız. Çünkü zamanımızda tinercisi,uyuşturucu bağımlısı,sarhoşu, ayyaşı,psikopatı, maalesef gençlerimiz arasında kendilerine yer aramakta ve bulmaktadır. Böylece nice suçsuz,günahsız gençlerimizi tuzaklara düşürerek onları hayatlarının baharında soldurmaktadırlar. Daha önce sekiz bölüm halinde yazmış olduğum “Altın vuruş” başlıklı yazı dizimizde bunları ve sonuçlarını geniş geniş anlatarak toplumumuzun karşı karşıya olduğu tehlikeleri sıralamıştık. Bunlardan birini korkunç şekilde ne yazık ki Balıkesir’imizde yaşadık.
Filiz Uslu’nun ana,baba ve yakınlarına,ayrıca Balıkesir lisesi camiasına da başsağlığı ve sabırlar diliyorum. Özellikle Balıkesir lisesi öğrencilerine Filiz Uslu gibi çok değerli bir arkadaşlarını hiç beklemedikleri bir anda,vahşice yapılan bu katliam neticesi kaybetmelerinden dolayı hepsine baş sağlığı diliyor bu tip olaylara karşı bütün gençlerin uyanık olmalarını temenni ediyorum.
Bu vahşi ruhlu insanlara karşı hepimiz tek tek uyanık olmak zorunda olduğumuzu ve çevremizde her zaman böyle insanlıktan haberi olmayanların bulunabileceğini unutmamamız gerekiyor. Hiçbir neden vahşeti mazur gösteremez. İnsan hayatına son vermeyi mübâh kılamaz.
Bu tür olayları yaşamamak için insanların beyinlerinin olduğu kadar gönüllerinin ve ruhlarının da mutlaka ama mutlaka eğitilmesi gerekiyor. Aksi taktirde birileri eksikleri dolduruyor,boş bırakmıyor.

                                              SATANİZM’İN GÖLGESİ(1)
İSMAİL SARIAY
e-mail:isaricay@turk.net
Son üç-beş yıldır zaman zaman intihar ve cinayetlerle gündeme gelen,toplumu derinden sarsan bazı olaylarla karşılaşıyoruz Bu olayların başında kendilerine ”Satanist” denilen bazı çocuk yaştaki gençlerin bulunmasıdır. Her olayda Satanist’lerin gölgesi aranmaya başladı. Dolayısıyla bu olaylar herkese şu soruları hatırlatıyor.
Bu olay satanist’lerin işi mi?
Kimdir bu Satanist’ler?
Amaçları nedir?
Bunlara kimler ilgi duyuyor? gibi benzer sorular sorulmaktadır. Bende soruyorum kendi kendime, gerçekten bu Satanist’ler kimdir? Cevabını aramaya başladım.
İşte bu merakımı gidermek için Ansiklopedileri karıştırdım doyurucu bir bilgiye ulaşamadım. Doğrusunu söyleyecek olursak elimin altında bunlarla ilgili bir kitap da yoktu. Sadece TV ve gazetelerdeki bilgilerle bilgilenmiştim. Bu bilgiler ise bana yeterli değildir,daha fazlasını öğrenmeliyim diye düşündüm. Hemen zamanımızın en iyi bilgiye ulaşma kaynağı olan İnternet’e koştum. İnternet sayfaları arasında sörf yaptım. Arama motorlarından birine “Satanizm” yazıp Entırladım. Karşıma “Satanizm”le ilgili yüzlerce site çıktı. Bunların büyük çoğunluğu yabancı sitelerdi. İngilizce-Almanca-Rusça v.b siteler. İlgimi çekenleri hemen disketlere kopyaladım. Bazılarının çıktılarını aldım. Hepsini tek tek inceleyip anlamaya çalıştım. Yabancı dilim yeterli gelmediğinden,Türkçe olanları okudum,üzerinde düşündüm. Dedim ki bu öğrendiklerimi okuyucularımla paylaşmam lazım. Oturdum bilgisayarın başına başladım yazmaya. Ancak konu çok önemli olduğu için bir köşe yazısının sınırlarına sığmayacak kadar uzun ve derindi. Bu konuyla ilgili yazıyı 2-3 bölümde yazayım diye kendi kendime mırıldandım. Bu konuyla ilgili ilk yazımda “Satanizm”in anlamı üzerinde duracağım.
Satanizm nedir?Satanizm,Şeytana tapma yada şeytanı tanrı kabul etme,mutlak kötülüğün temsilcisine ibadet etme manasına gelir.
Satanizm’e göre insan,“bencil,çirkin,habis ve korkulması gereken bir varlıktır. Kötü olan şeytan değil ,insanın kendisidir. Amacımız şeytanı memnun etmektir” olarak ifade edilmektedir.
Satanizm’in başlangıç noktası,Ortaçağ büyücüleri ve Hıristiyanlıktan uzaklaşan gruplara(heretiklere) kadar dayanır. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlık baskılarına karşı oluşmuş bir muhalefet hareketi olarak da ifade edilmektedir. Son zamanlarda ise Satanizm, dine ve dini olan her şeye karşı olan bir reaksiyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Peki Satanizm’in bugünkü kaynağı nedir diye sorulabilir. Bu hareketin öncülüğünü 1930 da A.B.D’nin Şikago kentinde dünyaya gelen ve baba tarafından Gürcü,Anne tarafından Romen olduğu söylenen Anton Szandor LaVey yapmıştır. LaVey bu hareketi 1960’lı yıllarda A.B.D başlatmış ve 1966 yılında San Fransisko’da “Şeytanın Kilisesini” kurmuş ve kendisi de bu kilisenin baş Rahibi olmuştur. LaVey, taraftarları arasında “Kara Papai” olarak da anılmıştır. İşte 1997 yılında A.B.D ölen LaVey’in temsil ettiği ve organize hale getirdiği günümüz Satanist anlayışı,son 3-5 yıldır ülkemizde de duyulmaya ve tanınmaya başlayan Satanist anlayışlar arasında, büyük benzerlik ve paralellikler göstermektedir.
Peki “Satanizm” nasıl oldu da son zamanlarda Türkiye’de yayılmaya başladı, bunun üzerinde özellikle durulmalıdır .
                                                  SATANİZM’İN GÖLGESİ(2)
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net
Satanizm’in, Şeytana tapıcılık veya şeytan’ı tanrı olarak kabullenme şeklinde, tanımlandığını daha önce belirtmiştik. Şeytan ise Kur’an’ı Kerim’de belirtildiği üzere;insanlara vesvese veren,insanları kötülük yapmaya sevkeden,gurur,kibir, bencillik, şehvet,nefret,intikam,hırs,öfke,şiddet v.b. hasletlerin esiri olmuş durumlar için kullanılan bir kavramdır. Bütün bunlarda çoraklaşmış insan ruhunun eserleri olsa gerek. İşte çorak bırakılan insan ruhunu “Tabiat boşluk kabul etmez” prensibince Satanizm gibi düşünce ve inançlar hemen değerlendirip bu boşluğu doldurmaktadır.
“İnançta büyü vardır” diye bir söz vardır. Eğer inanç sisteminde ahlaki normlar yoksa yada yanlış ise o inanç sahipleri de doğru olarak kabul ettikleri normları yaşamaya ve yaymaya devam edeceklerdir. Bunun sonucu olarak da toplumu derinden sarsan olayların olması da elbette kaçınılmaz olacaktır.
Son zamanlarda toplumumuzun girmiş olduğu maddi ve manevi çıkmazlar maalesef ahlaki çoraklaşmaya ve yozlaşmalara sebep olmaktadır. Ülkemizde akıl almaz olayların olması da bir nevi bu tezleri doğrulamaktadır. Satanist olan bazı gençlerin söyledikleri şu sözlere dikkatle bakmak ve anlamak gerekiyor. Soru şu. Niçin satanist oldun?
Cevaplar;
-Huzur aradığım için Satanist oldum
-Tanrıya kızdığım için için oldum
-Bu dünyada yaşamanın anlamsız olduğuna inandığım için oldum
-Ruhumu şeytana sattığım için oldum
-Daha fazla özgürlük istediğim için oldum v.b cevaplar vermişlerdir.
Satanist’im diyen bu gençlerin cevaplarına bakılırsa,bir arayış içerisinde oldukları,bilgi ve eğitim eksikliklerinin bulunduğu açıkça görülmektedir. Yine cevaplardan anlaşılacağı üzere bu insanlar huzur,sevgi,ilgi,bilgi v.b şeyler istiyorlar. Bunları iyi okuyup doğru değerlendirmek gerekiyor. Böyle akımları polisiye tedbirlerle önlemek de mümkün değildir. Bu tip akımları önlemenin tek yolu,insanda boş bırakılan eksikleri tamamlamak için, en isabetli yol,eğitim ve bilgilendirmedir.
Satanizm’in bilenenler kadarıyla bir düşünce olmaktan çıkıp,inanç sistemine dönüştürülmüş olduğu görülüyor. Bu inancın da bazı sembol ve ayinleri düzenlenmiş ve uygulamaya konmuştur. Satanist’lerin ayinlerinde, bazı işaretlerin etrafında mumların yakılması,baltaların elde tutulması,ters haç işareti çizilmesi,şeytana dua edilmesi,şeytana kurban olarak kedilerin kesilip kanının içilmesi,hatta bakire olan bir kızı şeytana kurban etme gibi korkunç davranışlarda bulundukları çeşitli medya organlarında ifade edilmiştir.
21 eylül 1999 günü İstanbul’da “şeytandan mesaj geldiği ve şeytana kurban kesilmesi gerektiği” bahanesiyle biri bayan üç Satanist’in,Şehriban Coşkunfırat adlı genç bir kızı bıçak darbeleriyle öldürdükleri ve cesedine tecavüz ettikleri bütün basın ve yayın organlarında yer almıştı. Bu olay hepimizi şaşkına çevirmişti.
Evet bütün bunlar, Satanist’lere göre. şeytan adına yapılan törenlerdi.

***
***
                                                SATANİZM’İN GÖLGESİ(3)
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turknet
Gençlerimiz niçin satanist oluyorlar diye hepimizin aklına takılan soruyu,en iyi cevaplayabilecek olanlarda yine Satanist olan gençlerdir sanıyorum. İşte Satanist olan bir gencin itiraflarıyla Satanizm şöyle ifade ediliyor.
“Ailemden kopmuş,sevgi bağım kalmamıştı. Maddi açıdan durumum ailem sayesinde oldukça iyiydi. Zengin aile çocuğuydum açıkçası. Değişik arayışlar içindeydim. Macera arıyordum. Beyoğlu’nda takılıyorduk. Satanist bir grupla tanıştım. Ve Ataköy’de oturduğumu öğrenince benimle yakından ilgilendiler. Bana okumam için Satanizm’le ilgili kitaplar verdiler. Okuduğum zaman oldukça ilgimi çekti. İşte aradığım şey dedim. Mistik şeyler vardı kitapta. Kıyamet gününden bahsediyordu,ölümsüzlükten falan bahsediyordu. Daha sonra beni Ataköy’de oturan gruptan olan diğer kişilerle tanıştırdılar. İlk başta benim oyun olarak baktığım ayinler yapıyorduk. Kendimi tutamayıp gülüyordum ama onlar çok ciddiydiler. Sanki uçuyorlardı. İlk başlarda korktum gerçekten. Ama sonra bende onlardan biri oldum. Heavy metal türü müzikler dinlerdik. Bu müzikleri yapanlara tapardık. Kedi öldürmeye,kanlarını akıtıp kurban etmeye bayılırdık Hepimiz bir kedi düşmanıydık. Akla hayale gelmeyen sapık zevklere sahiptik. Aklıma geldikçe kendimden utanıyorum.” Evet Satanist genç böyle konuşuyordu.
Satanist’ler materyalizme ve Ataizm’e de karşıdırlar. Onun için sık sık “Ataist olma, Satanist ol” gibi sözler ederler. Satanist’ler dünya hayatının cehennem olduğuna,ölümün gerçek hayata geçiş olduğuna inanırlar. Bu inanıştan dolayı kolayca intihar edebiliyor veya sevdiklerini kurban ediyorlar. 23 haziran 1998 tarihinde İstanbul Ataköy’de Alman lisesinden 14 yaşındaki Alp cenan Yuğaç ile 17 yaşındaki kız arkadaşı Aslı Yardımcı’nın el ele tutuşarak 14.kattan atlayarak intihar etmeleri, işte bu inanışların sonucudur. Bu olay aynı zamanda Satanizm’i ilk defa Türkiye gündemine sokan bir olay olması bakımından da önemlidir. Bu olayla birlikte hepimiz Satanizm’den haberdar olabildik.
Peki bu Satanizim ülkemizde nasıl yayılıyor diye insanın aklına gelebilir. Yazımızın 1.bölümünde de belirttiğimiz gibi İnternet üzerinde yüzlerce siteyle karşılaşmak mümkün. İnternette yapılan bu yayınların,Satanizm’in yerleşmesine zemin oluşturan gençler üzerinde etkisini göstermiş olduğu kesin. Üstelik yabancı dilleri olan bazı arayış içerisinde olan liseli ve Üniversiteli gençler, yapılan propagandadan etkilenip, İnternet üzerinden bu kişi ve gruplarla iletişim kurmaktadır. Dolaysıyla en etkili yayılma yollarından birisi budur. Ayrıca çeşitli arkadaşlık ve grup oluşturma yöntemleri de etkili olmaktadır. İşin ilginç yanı Satanist olan ve İntihar edenlerin büyük çoğunluğu, varlıklı, fakat, ruhen boş bırakıldığı ifade edilen aile çocuklarından olduğu görülüyor.
Satanist’ler bütün inanışlarda olduğu gibi farklı farklı gruplardan oluşmuştur. Dabbler,Şeytan kilisesi,Gnostikler,İkincil satanistler,Cehennem kulüpleri,Romantik-promethan Satanistler ve sol el Paganları v.b adlarla anılan fraksiyonları vardır.
Hepsinin farklı olmalarına rağmen,ortak tarafları Şeytan karakterlerini taşımalarıdır.

                                                          DUYAN YOK MUUU?
İSMAİL SARIÇAY

e-mail: isaricay@turk.net

Her büyük deprem sonrası,arama ve kurtarma ekipleri,binaların enkazları altında kalan insanlara ulaşmak,canlı olup olmadığını anlamak için “kimse yok muuu,kimse yok muuu?” diye seslenmelerini Televizyonlardan içimiz parçalanarak,büyük bir hüzün ve acı içinde seyrederiz. Enkazın altından sedyelerle sağ çıkanları da görürsek bir nebze,buruk da olsa sevinç yaşarız. Çünkü kurtarılan bir hayattır, insandır ve neticede bir canlıdır. Bu günleri Filistin’de bunun tersini yaşıyoruz. Soykırıma tabi tutulan Filistin halkı bütün dünyaya kapalı bölge ilan edilen ülkelerinden “ bizi duyan yok muuu?” diye feryat ediyor.
Filistin,İsrail tarafından ahlâksızca işgal edilmiş,kadın,erkek,çocuk demeden acımasızca katlediliyor,işkence yapılıyor,içindekilerle birlikte evler buldozerlerle yerle bir ediliyor, bombalanıyor,bu yetmemiş gibi bir devletin bütün toprakları askeri bölge,yani atış alanı olarak ilan ediliyor,Filistin’liler avazları çıktığı kadar “duyan yok muuu? imdat imdat” çığlıkları atıyor,ama dünya bu çığlıkları duyup maalesef bir kurtarma hamlesi yapamıyor.
Televizyonlardan izlediğimiz o küçük kızın,”babamı istiyorum,yaşamak istiyorum” diye canhıraş feryadı göz yaşlarımızın oluk oluk akmasına neden olmuş,bizlere hiçbir şey yapamamanın ızdırabını yaşatmıştır.
Dünyanın gözü önünde bir devlet,bir halk,bir millet yok ediliyor,kimse dur diyemiyor. Filistin’li çocuk ve kadınların çığlıkları, haykırışları,çaresizliliklerinin ve yalnızlıklarının ifadesi değil de nedir. Bu çığlıklar yürekleri parçalıyor,ama maalesef sağır olmuş kulaklara duyurulamıyor. Filistin’li aileler evleriyle beraber yakılıyor,yıkılıyor, insan hakları şampiyonları duymuyor,anlamıyor.
Terörizme savaş açanlar,İsrail’in en büyük devlet terörizmini görmüyor,görmediği gibi onaylıyor,hatta destek mesajları veriyor. Sanki İsrail Filistin’i değil de, Filistin İsrail’i işgal etmiş gibi bir tavır içinde,üstelik böyle davrananlar en büyük insan hakları savunucuları!
Yazıklar olsun bu feryatlara kulak tıkayanlara ve medeni geçinenlere. Yine yazıklar olsun Filistin’li çocukların “duyan yok muuu? seslerini kulak arkası edenlere.
Kıbrıs’taki Türk’lere karşı yapılan vahşi saldırılara son verdiği için Türkiye’ye hemen ambargo koyanlar,Pakistan’a, Libya’ya, İran’a,Irak’a v.b ülkelere çeşitli bahanelerle ambargo uygulayanlar,niçin Filistin’deki vahşete ve soy kırıma karşı hiç ambargodan, askeri müdahaleden bahsetmiyorlar?
Birleşmiş Milletlerin daha önce İsrail aleyhinde almış olduğu kararların hiç biri uygulanmadı veya uygulanamadı. İsrail’de buradan aldığı güçle saldırganlığına saldırganlık ekleyerek,hiçbir kural tanımıyor ve tanıyacağa da benzememektedir. Başka ülkeler için hemen uygulanan bu yaptırımlar,bu saldırgan ülkeye de mutlaka uygulanmalıdır. İsrail bu saldırganlıklarından vazgeçinceye kadar da bütün dünyadan tecrit edilmelidir.
Derhal Birleşmiş Milletler yeni bir karar alıp,saldırgan İsrail’e dünya çapında ambargo uygulaması başlatmalı ve acil askeri müdahale kararı almalıdır. Dünya barışını her zaman tehlikeye atan bu saldırganlar mutlaka durdurulmalıdır. Dünyanın geleceği için bu şarttır.
Eğer bu gerçekleşmezse,bütün İslam alemi İsrail’le her türlü ilişkileri kesip başta petrol olmak üzere, her alanda ambargo uygulamalıdır. Çünkü bugün Filistin’in başına gelenler yarın kendi başlarına da gelebilir. İşte o zaman belki de kendilerini duyacak hiç kimse kalmamış olacaktır.
***
***
 

            ADOĞU “BUŞARON DEĞİL”,TÜRK ADALETİ ARIYOR
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net

Ortadoğu Osmanlı yıkılalı beri huzur ve sükundan mahrum kalmış,Zalimler zulmetmekten, despotlar halkı ezmekten bıkmamış ve masumlar ise işkence çekmekten bir türlü kurtulamamıştır. Orta doğu insanı ne yazık ki,ne insanca yaşamayı,ne insan olarak haklarının neler olduğunu,nede insanca yaşayabileceği bir refah düzeyine ulaşmayı başaramamış,hatta düşünme fırsatını dahi yakalayamadığı gibi,bu medeniyet ölçütleri Ortadoğu insanlarına çok görülmüştür veya dünya dizayncıları böyle planlamışlardır.
Osmanlı Türk medeniyeti Orta doğuyu idare ederken Müslüman,Hıristiyan ve yahudi ayrımı yoktu. Cami,Kilise,Havra yan yana yapılabiliyor,kimse kimseye benden değil diye düşmanlık beslemiyordu. Savaş,Toprak kavgası,Sancak başkanlarını ve halkı tecrit,aşağılama,sen benden değilsin diye işkence ve zulüm yoktu. Öyle bir güven ve düzen oturtulmuştu ki, halk idarecisinden,idareci halkından hoşnut ve düşman kabileler bile kendisine haksızlık yapılmayacağından emindi. Bunları sadece biz değil,Bosna’lılar,Filitin’liler,Kosova’lılar v.b bölge insanları haykırıyor. Çünkü oralarda bulunmanın amacı sömürü veya emperyalist emeller değil insanlığa hizmetti. İşte bu bakış açısıdır ki yüz yıllar boyunca orta doğu ve Balkanlar barış ve sükun içinde yaşamıştır. Hatta Anadolu’ya yapılmayan yatırım ve hizmetler Ortadoğu ve balkanlara yapılmıştır.
Ne zaman ki Osmanlı Türk adaleti Orta doğudan ve Balkanlardan uzaklaştırıldı,o gün bu gündür,bu bölge kan ve gözyaşından kurtulamadı. Yüz yılı aşkın zamandan beri savaş ve gözyaşı dinmedi ve hala İsrail’in Filistin’e son saldırıları karşısında kan ve göz yaşı akmaya devam ediyor. İnsanlar evleriyle beraber,birer çöp yığını gibi,yıkılıyor,yakılıyor,bunlara kimse dur diyemiyor veya demiyor. Çünkü her şey çıkar hesaplarına göre düşünülüyor ve yapılıyor. İnsanlar öldürülmüş, vatanlarından kovulmuş,işkence görmüş,sürülmüş hiç kimsenin umurunda bile değil. İnsan bunları görünce ister istemez şöyle düşünüyor. Demek ki insanlık her türlü insan hakları yaygaralarına rağmen ölmüş . İnsan Filistin’de olan vahşeti görünce işte ”Buşaron adaleti” budur demekten kendini alamıyor. Çünkü Şaron yakıyor,yıkıyor,öldürüyor,dünya lideri A.B.D başkanı Bush destekliyor.
Bütün bu savaş suçlarını işleyen Şaron bir İsrail’li yazarın kaleminden bakın nasıl ifade ediliyor. 2 Şubat 2002 tarihinde İsrail’li tanınmış bir yazar olan Uri Avnery'nin International Herald Tribune'da yayınlanan 'Ramallah Kapılarındaki Napolyon-Sharon'un hatası' başlıklı yazısında,İsrail’in Filistin’i daha aylar önceden nasıl işgal edeceğini,neler yapacağını açıklayan yazısından bir bölümünü,nokta ve virgülüne dokunmadan hep birlikte görelim.
“Şimdi 120 yıllık bir mazisi olan Filistin-İsrail savaşı, tayin edici aşamalarından birine yaklaşıyor. İki büyük kitle karşı karşıyalar: dayanılmaz bir güç ve yerinden edilemez bir nesne. İsrail komutanı, Başbakan Ariel Sharon, tam olarak ne istediğini biliyor. Kamuya, onun vakit geçirmekte olduğunu, çünkü ne istediğini bilmediğini, çünkü hiçbir planı olmadığını bildiren köşe yazarları, bu adamı tanımıyorlar. Sharon, master planını uygulamak için tutarlı, kararlı ve mantıklı bir yolda hareket ediyor. Onyıllar boyu, gerçek Siyonizmi -'Eretz İsrail'in tümünü zaptetmeyi, yerel halktan onu temizlemeyi ve üzerine (Yahudi) yerleşim merkezleriyle kaplamayı amaçlayan- uygulamayı, tarihin kendisinin omuzlarına yüklediğini düşünmüştü.
Bu tarihi misyonu yerine getirmek için, Sharon, acımasız ve insafsızdır. Kan nehirleri onu caydırmaz ve -her iki tarafta verilecek- kayıplar onun hesaplarında sadece bir rakamdan ibarettir. İhtiyatla hareket eder, hilelere başvurur ve kimisinin savaş suçları diye niteleyebileceği şeyleri yapmaktan geri durmaz.
Fazla zamanı kalmadığını ve dolayısıyla kalan zamanı, bir siyasi faktör olarak, Filistin halkını ezmek için kullanması gerektiğini biliyor. Bu amacı gerçekleştirebilmek için, Filistin halkının liderliğini parçalaması, silahlı güçlerini bozguna uğratması, iradelerini ve direnme yeteneklerini mahvetmesi gerekiyor.
... Napolyon'un Rusları anlamamış olduğu gibi, İsraill Napolyon, Filistinlileri anlamıyor. Sharon ve yandaşları, Arafat'ın tecrit edilmiş, hareket edemez, 'devredışı önemsiz' bir şahsiyet olduğuna inanıyorlar. Anlayamadıkları, Arafat'ın, tam da böyle bir durumda, daha güçlü ve her zamankinden daha etkili olduğu”diyor iki ay önce yazdığı yazıda,Uri Avnery.
İşte bugünkü anlayış ve bu anlayışa destek veren dünyayı idare eden büyük güçlerin adaleti.
Gel de sen BuŞaron değil, Türk adaleti deme.
***
***

                                                  ŞARON=HİTLER’İN KARESİ
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

Çocukluk yıllarımızdan beri Televizyonlarda izlediğimiz Amerikan ve Batı kaynaklı yüzlerce,belki de binlerce filmde,hep Hitler’in Yahudiler’e uyguladığı katliam ve soykırım senaryolarını seyrettik,içimiz burkularak ve tüylerimiz diken diken olarak,nedir bu vahşet ve acımasızlık diyerek,Hitler’e söylemediğimiz kalmıyordu. Seyrettiğimiz film sahneleri bizi adeta kabımızdan taşırır ve Yahudiler’e yapılanlar karşısında veya bir başka ifadeyle insanların insanlara yaptıkları karşısında insanlığımızdan utanırdık. Evet filmlerde gördüklerimiz gerçekten doğruysa,insanlık adına utanç verici olaylardır.
Filmlerde anlatılan bu vahşet ve soykırımlar 1940’lı yıllarda kaldı sanırken,bu muameleye maruz kalanlar,maalesef kendilerine yapılanların kat kat fazlasını Filistin’lilere yapmakta bir sakınca görmüyorlar.
17 Eylül 1982 günü,bugünün İsrail başbakanı,o günün savunma bakanı olan Şaron,sabra ve Şatilla mülteci kamplarını acımasızca bombalayarak binlerce savunmasız insanı, hunharca katletmişti. Bu olaydan sonra Şaronun adı “İnsan kasabı” olarak kalmıştı. Bu gün yine Şaron iş başında. Yine binlerce insan katlediliyor ve toplama kamplarına dolduruluyor. Hitler’in, kendilerine yaptıklarını aratmayacak şekilde,Filistin’lilere vahşet ve soykırım uygulanıyor.
Hitler’in Yahudilere yapmış olduğu o vahşet ve soykırım,o gün nasıl yanlış ve barbarca ise,2000’li yıllarda Şaron’un Filistin’lilere yaptıkları da, Hitler’in yaptıklarından farklı bir barbarlık değildir. Hatta bugün medeniyetin ulaştığı seviye ve insan haklarının birinci planda düşünüldüğü bu çağda,bütün dünya kamu oyu önünde yapılanlar,sanıyorum Hitler’i bile gölgede bırakacak,hatta Hitler’in yaptıklarının karesi denebilecek ölçüde gayri insani ve gayri medeni bir vahşet ve soykırımdır.
Filistin’li erkekler yakalanıp,suçlu suçsuz demeden bir araya getirilip,birbirine bağlanarak,aşağılanarak,çırıl çıplak soyularak,adeta hayvan muamelesi yapılarak, bilinmeyen ve nereye götürüldükleri belli olmayan bir yöne doğru,bütün insanlığın gözü önünde götürülmektedir. Ayrıca kadın,erkek,çocuk demeden,sorgusuz sualsiz insanlar sokak ortalarında kurşuna dizilerek katledilmekte,kimsede bu duruma müdahale edememektedir.
Nerede insan haklarını ağızlarından düşürmeyen Batılılar,nerede dünya liderliğini ellerinde tutan Amerikalılar ve nerede insanlık,nerede dünya barışını sağlamakla görevli Birleşmiş Milletler. Bumudur medeniyet,bumudur insan haklarına saygı. Bir millet göz göre göre toptan katlediliyor,bir çok ülkenin tanıdığı bir devlet yok ediliyor, dünyanın kılı kıpırdamıyor. Olmaz böyle çifte standart. Kuveyt’e saldıran Irak’ı, yerle bir edenler,neden saldırıya uğrayan Filistin’de buna göz yumuyorlar ve aynı tepki niçin gösterilmiyor?
Televizyonlardan izlediğimiz Filistin’deki vahşet ve soykırımlar da, Yahudilere 1940’lı yıllarda yapılan,vahşet ve soykırımlar gibi kanımızı donduruyor. Yapılanlar terörden başka şey değildir. Eğer terör herkes için aynı derecede suçsa ki öyle olmalıdır, İsrail’in yaptıkları da devlet teröründen başka bir şey değildir. Suçsuz insanların evlerinin yıkılması ve hiçbir delile dayanmadan,hem de çoluğunun çocuğunun gözü önünde kurşuna dizilip öldürülmesi,en büyük terörizmdir.
Dünya kamu oyu ve kuruluşları, bu tip insanlık suçu işleyen kim olursa olsun,ister şahıs,ister grup,isterse devlet,insanlığın rahat, huzur ve mutluluğu için her türlü yaptırımları,yansız,tarafsız ve adil olarak alıp uygulayabilme yeteneğine,mutlaka kavuşturulmalıdır.
***
***
 

                                                  TEKNİK ÖĞRETMEN ÖĞRENCİSİZ KALDI
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net

Doksanlı yılların başlarında özel sektöre kaçışlarını önlemek için çeşitli tedbirler düşünülen Teknik öğretmenler,maalesef bugün öğrencisiz kalmıştır. YÖK’ün Mesleki ve Teknik Okullarla ilgili aldığı haksız ve çağdışı kararlar neticesinde Mesleki ve Teknik okullara rağbeti durdurmakla kalmamış,aynı zamanda bu okulları ve öğretmenlerini neredeyse öğrencisiz bırakmıştır. Yıllarca önce öğrenci yoğunluğundan Teknik öğretim okullarında öğretmen ihtiyacını karşılamak için mühendislerden,meslek yüksek okulu mezunlarından öğretmen atamaları yapılmış ve ihtiyaç ancak öyle karşılanabilmiştir. Ne var ki YÖK’ün son yıllarda almış olduğu yanlış kararlar sonucu,Teknik öğretim okullarının,öğrenci sayılarının oldukça azalması neticesinde bir çok Teknik Öğretmen kadro fazlası(norm kadro dışı) kalmış,yada başka bir deyimle öğrencisiz kalmıştır. Böylece bir çok Teknik öğretmen,en verimli dönemlerinde öğrencisiz kalmış,bilgi ve tecrübelerini gençlerin istifadesine sunamamış olmakla birlikte,psikolojik olarak bu durumdan oldukça rahatsız olmuşlardır. Bu duruma acilen adil bir çözüm bulunmalıdır.
Teknik ve Endüstri meslek liselerinden mezun olan binlerce öğrenci,hayalini kurduğu mesleğinin devamı olan mühendislik fakültelerine girememektedir. Örneğin makine bölümünü bitiren bir öğrenci makine mühendisliğine,Bilgisayar bölümünü bitiren öğrenci Bilgisayar mühendisliğine v.b girememesi bu okullarımıza olan akışı durdurmuştur. Ülkemizi de,teori ve pratiği birleştirmiş,yedi sekiz yıl gibi uzun bir süre mesleki teknik eğitim almış,bir fiil pratik ve üretim içinde yetişmiş mühendislerden de mahrum bırakmıştır. Ayrıca ülkemizde yapılmış olan trilyonlarca liralık yatırımın da büyük bir kısmı atıl hale getirilmiştir. Bunun acısını beş-on yıl sonra teknik insan gücü sıkıntısı çekmeye başladığımızda daha iyi anlayacağız. Çünkü hayat damarlarımız tıkanmayla yüz yüze gelmiş ve acısını bu günden derinden derine duymaya başladığımız aşikar olmuştur. Atatürk’ün bu konuda söylemiş olduğu söz maalesef gerçekleşti denebilir. Ne demişti Atatürk; ”Sanat ve sanatçıdan mahrum kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir”.
Ülkelerin kalkınmasında etkin bir role sahip olan,teknik insan gücünü yetiştiren,mesleki teknik eğitim okullarına,gereken önemin mutlaka verilmesi gerekir. Yıllarca büyüklerimizden hep şunları işittik. “Mesleki ve teknik eğitim veren okulların oranı,genel lise eğitiminin yüzde otuzu, normal lise eğitimi ise yüzde yetmiştir. Ülkemizin kalkınması için bu durumu tersine çevireceğiz. Yüzde yetmiş mesleki eğitim,yüzde otuzda genel lise eğitimi olacak”diyorlardı. Sonuç ortada.
Mesleki ve Teknik okullara,hiçbir yere giremeyen öğrenciler değil,aynen fen ve Anadolu liselerine yapılan öğrenci seçimi gibi,başarılı öğrencilerin gelmelerini sağlayacak cazip teşvikler getirilerek,teknoloji üretecek beyinlerin bu okullarımızı tercih etmeleri sağlanmalıdır. Örneğin:Yurtdışı stajları,Mühendislik fakültelerini tercih edenlere kayda değer ek puan verilmesi gibi.
Son yıllarda teknik öğretmenler,maalesef bir çok haklarını da kaybetmişlerdir. Bizler verilen haklar geri alınmaz diye bilirken sessiz sedasız,eksersiz çalışmaları ve bir çok bölümde yıpranmalar kaldırılmış veya kuşa çevrilmiş,Teknik eğitim tazminatları yerinde saymıştır.
Öyle inanıyor ve biliyoruz ki dünyada kalkınmış bütün ülkeler vatandaşlarının çoğunluğunun bir meslek sahibi olmasının sayesinde gelişmiş ve zenginleşmişlerdir. Dileriz bu durumu yakın zamanda anlar ve yapılan yanlışlarda ısrar etmeyiz.
***
***
                                            BU BEYİNLERE SAHİP ÇIKALIM
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk . net

Yıllardır hep konuşup,yazıyoruz. Kendi teknolojimizi kendimiz üretemediğimiz müddetçe kalkınamayız,zenginleşemeyiz ve çağa ayak uyduramayız diye. Bu söz oldukça doğru. Altına imza atmamak mümkün değil. Aslında Türk insanında yeniliklere karşı bir merak ve atılım da mevcuttur. Ancak bizler bu tip araştırıcı,geliştirici ve buluşçu parlak beyinli insanları istihdam edemediğimiz,madden ve manen destekleyemediğimiz, gerekli fırsatları tanıyamadığımız için, maalesef bir çok parlak beyinlerimizi yurt dışına kaçırıyoruz. Böylece teknoloji üretecek insanlardan da ne yazık ki mahrum kalıyoruz. Bizim okutup yetiştirdiğimiz, ama değerlendiremediğimiz paha biçilmez beyinleri, yurt dışında yüksek ücret ve olanaklarla yabancılar gayet güzel değerlendiriyor ve onların üretici, geliştirici ve buluşçu güçlerinden azami şekilde faydalanıyorlar. İşte biz de bu yazımızda, buluşçu,geliştirici ve üretici beyinlerin bulunduğu Şehrimizin Üniversitesindeki(BAÜ) sevindirici bir gelişmeden bahsedeceğiz.
Şehrimizin Üniversitesi olan BAÜ Meslek Yüksek Okulu İklimlendirme ve Soğutma programında hocalık yapan öyle hocalarımız var ki önlerinde eğilmemek mümkün değil. Bu zamana kadar yurt dışından 4000 Sterlin’e ithal edilen,Temel Soğutma eğitim seti,Soğutma arıza bulma seti,Çok amaçlı soğutma seti gibi eğitim setlerinin daha gelişmiş ve mükemmellerini 800 Sterlin’e üretip sattıklarını(kâr payı dahil) öğrenmek gerçekten bizleri haddinden fazla sevindirmiştir. Bu başarıyı gösteren Yard.Doc.Dr. Hüseyin Bulgurcu ve Öğretim görevlisi Mustafa Ertürk hocalarımızı tebrik ediyorum. Daha nice başarılara imza atmalarını diliyorum. Balıkesir üniversitesinin başta sayın Rektörümüz Prof.Dr.Necdet Hacıoğlu olmak üzere bütün hocalarımızı ve personelini,böyle değerli hocalarımıza sahip oldukları için kutluyorum. Araştırıcı, geliştirici ve buluşçu yeteneklere sahip hocalarımızın başarıları, mutlaka taktir ve taltif edilmeli,karşılıksız bırakılmamalı,en azından plaket ve onur belgeleriyle ödüllendirilmeli ki,azim ve kararlılıkları daha da artırılmalıdır. Taktir ve taltifler bu tip çalışmaları teşvik edici olduğu kadar,potansiyel buluşçu beyinlerimizin de ortaya çıkmasını sağlayacak ve aynı zamanda ülkemizden çıkacak dövizleri de bu sayede ülkemizde bırakarak,önce Üniversitelerimize,sonra da ülke kalkınmamıza büyük destekler sağlanmış olacaktır.
Ayrıca Sanayicilerimizin de böyle beyinleri değerlendirmesi ve geliştirilen bu sistemlerin seri üretiminin yapılarak,pazarlanmasında büyük faydalar olacağı muhakkaktır. Bu sayede hem istihdam alanı dar olan ülke ve yöremize,istihdam alanı oluşturmuş,hem de büyük bir ekonomik katkı sağlamış oluruz.
Değerli hocalarımızın geliştirdiği bu eğitim setlerini dikkatle inceledim. Hayran kalmamak mümkün değil. Ayrıca bu eğitim setlerinden Afyon Koca tepe Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesine,Ula M.Y.O,Alanya E.M.L ve Balıkesir 100.yıl Teknik ve Endüstri meslek lisesine verildiğini,bir çok yerden de sipariş geldiğini öğrendim. Ne kadar mutluluk verici bir gelişme.
Balıkesir Üniversitesinin on yıllık gibi kısa bir geçmişi olmasına rağmen çeşitli alanlarda göstermiş olduğu performans gerçekten taktire şayandır. Üniversitemizin daha nice alanlarda başarılarının devamını diliyorum.
***
***
                                  
                                                             
                                      “İNTERNET” BİR DÜNYA OKULUDUR KIYMAYIN
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:
isaricay@turk.net
“1990’lı yıllarda açılan yerel radyolar,bir süre sonra tek tek kapatılmaya başladığında yurdun çeşitli yerlerinde “Radyomu istiyorum” kampanyaları ve protestoları yayılmıştı. Halkımız ve özellikle gençlerimiz yeni yeni kurulan,özel yerel radyoları çok sevmiş ve belki de kendisini bu yayınlarda bulmuştu. Çünkü o yıllara kadar sadece tanıdığı TRT radyoları vardı. Bu ulusal radyo kanallarına da herkes ulaşamıyordu. Halbuki yerel Radyolara istediği anda telefonunu kaldırıp ulaşabiliyor,canlı yayınlara bağlanabiliyor,fikir ve düşüncelerini anında bütün insanlara sunabiliyordu. Böyle olunca bütün halk kesimleri özel radyo kanallarının kapatılmasına ortak bir refleksle karşı çıktı. Haklıydılar ve başarılıda olundu diyebiliriz. Yine son günlerde bütün toplum kesimlerini ilgilendiren İnternet’e getirilmek istenen kısıtlayıcı,zorlayıcı ve yasaklayıcı bazı tedbirlerin RTÜK yasasıyla birlikte geçirilmek istenmesi, özellikle genç kesimde büyük rahatsızlıklar doğurdu. Çünkü İnternet,bir başka ifadeyle sanal dünya,büyük bir kesimin ilgisini çekti,hemen hemen herkes, kendine bu alanda yer bulmakla kalmadı,kişiler fikir ve düşüncelerini bu özgürlük alanında kolayca ifade edebilme olanağına kavuşmakla birlikte,aynı zamanda İnternet sayesinde, bütün dünya kamu oyuna ulaşma ve ulaştırma olanağı buldular. Özellikle genç kesimin sarmaş dolaş olduğu,başka bir ifadeyle bir nevi aşık olduğu İnternet’e, getirilmek istenen kısıtlamalar,büyük protestolara neden olmaktadır.
Bir çok İnternet sitesinde ve medyada,“İnternetimi istiyorum”,”İnternetime dokunma”, ”İnterneti alın başınıza çalın”,”İnternete sahip çıkın” vb sloganlarla büyük bir protesto kampanyası başlamıştır. Sanıyorum bu tepkiler kanun yapıcılar tarafından dikkate alınacak ve bu alandaki haklı istekler doğrultusunda değişiklikler yapılarak dünyadan kopmadan bilim ve teknolojiye engeller çıkarmadan uygun bir düzenleme yapılacaktır.
Biz Türk toplumu olarak bahanesi ne olursa olsun,sanayi devrimini,atom çağını,Uzay çağını vb adlarla anılan çeşitli çağları maalesef kaçırdık,hiç olmazsa şu anda yaşadığımız İnternet çağı olarak da ifade edilen bu çağı,anlamsız bahanelerle kaçırmamalıyız. Zorlayıcı ve engelleyici düzenlemelerle engeller çıkarılmamalı,gereksiz korkularla İnternet budanmamalıdır.
Bütün dünya insanını sanal ortamda da olsa buluşturan İnternet,adeta bir dünya okulu,bir eğitim alanı olarak önemli bir görev üslenmektedir. Böyle bir alanı bırakın kısıtlamayı,eğer bu alanı kısıtlayan,engelleyen ister teknolojik,isterse başka unsurlar olsun ortadan kaldırılmalı ve geniş halk kesimlerinin faydalanacağı bir duruma getirilmelidir. Bunu söylemekle herhangi bir düzenleme olmasın demiyoruz. Mutlaka bazı düzenlemeler olmalıdır. Ancak bu düzenlemeler engelleyici,zorlaştırıcı değil,çağa ve dünya şartlarına uygun,kolaylaştırıcı ve teşvik edici düzenlemelerin yapılmasında zaruret vardır. Bu düzenlemelerle bırakın engellemeyi daha yeni ufuklar serilmelidir gençliğimizin önüne.
İnternet sayesinde bu gün bulunduğumuz yerden borsayı,döviz piyasasını,taşıt alım satımını,ülkenin istihdam alanlarını,sınav sonuçlarını,vatandaşlık numaralarını(nüfus idarelerine gitmeden),Eşe dosta mesaj ve elektronik mektup gönderilerini,öğrencilerin okullarına dönem kayıtlarını bulundukları yerlerden yaptırmalarını,kısa sürede sabıka kaydı çıkarmayı,anında para havalelerini ve daha sayamayacağımız kadar bir çok kolaylığı ve ekonomikliği sağlayan,hayatımızın bütün alanlarına girmiş olan İnternet’e engeller koymak,ilme de, teknolojiye de,dünya şartlarına da ters düşen bir uygulama olacaktır.
Böyle bir durum yine bizlerin İnternet çağını da kaçırmamıza sebep olacak ve böylece kaçırdığımız çağlara yeni bir çağ daha eklemiş olacağız.
İnternet tüm dünya insanının buluştuğu,tanıştığı ve tecrübelerini paylaştığı bir dünya eğitim hattıdır. Kıymayalım.
***
***
                                                           BAŞARIYA KOŞANLAR
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net
Ülkemizdeki ekonomik ve sosyal sıkıntılar herkeste bir ümitsizlik, bitkinlik ve karamsarlık meydana getirmiştir. Bir çok işyeri kapanmış,on binlerce insan işsiz kalmıştır. Bütün bu karamsar tabloya rağmen,çalışanların ve çalıştıranların yapabilecekleri çeşitli alternatifler her zaman vardır ve olmalıdır da. Bu sıkıntıları kişi ve toplum bazında aşabilmemiz için hepimizin üzerine düşen bazı görevler vardır. Her şeyden önce,herkes kendi kabiliyet ve gücünü iyi ölçüp,tartıp,yapabileceklerini başarma yollarını aramalıdır. Çalıştıranlar, çalıştırdığı insanlardan en iyi verimi nasıl elde edebileceğinin teknik ve yöntemlerini bulup uygulamaya koymalıdırlar.
İnsanlara iş yaptırmanın ve o işte başarı kazanmanın en kolay yolu, iş yapacak insanlarda iş yapma arzusunu uyandırmaktan geçer. İş yapma arzusunda olan insanların fizik gücünün yanında asıl beyin gücünü de devreye sokarak,araştırıcı, yapıcı,buluşçu ve üretici özelliklerini ortaya çıkarmak olmalıdır. İnsanlara zor kullanarak yada tehdit ederek de iş yaptırmak mümkündür. Ancak bu tip davranışlar sonradan katlanmak zorunda kalabileceğimiz ağır faturaları da karşımıza getirebilir.
İnsanlarda ki çalışma arzusunu ve beyin gücünü harekete geçirebilmek için şu hususlara dikkat etmekte fayda vardır.
-İçten,samimi,takdir ve iltifatta bulunmak. Ünü ve makamı ne olursa olsun tenkit yerine, iltifat ve takdir görüp de gayrete gelmeyen hiç kimseye rastlayamazsınız.
-Çevresine kendisinden akıllı ve becerikli insanları toplamasını bilenlerin başarısız olduklarına pek şahit olunmamıştır.
-Çevresindekilere karşı samimi ve içten yakınlık göstermek,sorunlarıyla yakından ilgilenmek, başarının fitilini ateşleyen kıvılcım gibidir. Çünkü insanların yüzlerinde taşıdığı ifadeler,sırtında taşıdığından daha önemlidir.
-Gülümseyen,samimi ve sıcak davranışıyla beraber,ruhunu da katarak sıkılmalıdır, sıkılan eller.
-Korkulara ve ümitsizliklere kapılıp da hedefini değiştirmeyenler, mutlak başarmaya koşanlardır.
-Beyin gücünü hedefleriyle birleştirebilenler başarmaktan kaçamayanlardır.
-Her türlü engele,sabır ve azimle direnebilenlere fırsatlar her zaman doğabilir.
-İnsanların gönüllerini kazananlar kazanmak zorunda kalanlardır. Çünkü bir damla balın bir varil ziftten daha fazla arıyı toplayabileceği herkesin malûmudur.
-İşini bilen insanlarla çalışanlar, hedeflerine namzet olabilenlerdir.
-Tembellik ve uyuşukluk göstermeyenler ancak başarının hazzını yaşayabilenlerdir.
-Sürekli yenilik peşinde koşanlar ve günün şartlarına,taleplerine göre uyum sağlayabilenler istediği burca bayrağını dikebilirler.
Bütün bunların karşısında,azmini kaybeden,karamsarlığa düşen,çeşitli bahanelerle işini savsaklayan veya ümitsizlik batağına saplananlar başarısızlığa demir atanlardır.
                                         
TEBRİKLER “GÜNEŞ VE YILDIZLAR”I
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

2002 Dünya kupası,Türk milletinin bütün sıkıntılarına rağmen bir moral,kendine güven ve başarı tabloları oluşturmasına sebep olmuştur. Bizler kendimizi bileliden beri o kadar arzulamamıza rağmen,dünya çapındaki böyle başarılara her zaman hasret kaldık. Her uluslararası karşılaşmada, statlardan veya televizyon başlarından hüsranla ayrılırdık. Bütün Avrupa takımlarıyla yapılan maçlarda istisnalar hariç her zaman yenilmekle kalmaz,Avrupalıların karşısında ezilirdik,kahrolurduk.
Bu başarısızlıklara bir nevi kendimiz de zemin hazırlardık. Neden mi? çünkü günlerce önceden karşılaşacağımız takımların başarıları anlatıla anlatıla bitirilemezdi. Daha maça çıkmadan önce hem sporcularımız hem de halk olarak bizler psikolojik olarak ümitsizliğe kapılır,tabi ki sonuçta yenilirdik.
Bu defa tersinden başladık. Yani maçlar bittikten sonra aynı şeyleri yapmaya başladık. Dünya kupasında ki ilk maçımızdan sonra milli takımımız adeta linç edilmek istendi. Hem de kim tarafından biliyor musunuz? Spor konusunda ahkâm kesenler tarafından.
Özellikle Brezilya ve ardından Kostarika maçı sonrası milli takımımıza yapılmadık hakaretler ve söylenmedik ağır sözler bırakılmadı. Çin’i 3-0 sıfır yenmemize ve tur atlamamıza rağmen bu ağır eleştiriler devam etti.
Japonya maçı öncesi de Japon’ların çok güçlü olduğundan tutunda,maçta onları kimsenin tutamayacağını,açıkça söylenmese de yenilmekten başka çaremizin olmadığını söylemeye kadar vardıranlar oldu.
Ama Şenol Güneş ve yirmi iki Aslanı,görüldüğü gibi Japonya’yı hem de kendi evinde dize getirip dünya kupasına veda biletini kesiverdi. Bizlere de bu Aslanlar, Türkiye tarihinde yaşamadığımız başarı ve sevinçleri yaşatmışlardır. Dileriz ekonomi ve diğer alanlarda da aynı başarıları yaşama mutluluğuna kavuşuruz.
Evet tebrik ediyoruz Şenol Güneşi ve yirmi iki yıldız futbolcusunu. Bize hayatımızda yaşamadığımız başarıları yaşatmakla kalmadılar Türkiye’nin dünya haritasında yerini bile bilmeyenlere çizgi çizgi,harf harf öğrettiler.
Ayrıca ağır söz ve hakaret sahiplerine,çeyrek final oynama başarılarıyla gereken cevabı da fazlasıyla vermiş oldular.
Dünya kupası favorilerinden Brezilya’ya 2-1 yenilmemizden sonra bir çok spor yazarımız ve eleştirmenlerimiz maalesef başta Milli takımımızın teknik direktörü Şenol Güneş ve Futbolcularımızı yerden yere vurarak söylemedikleri söz ve etmedikleri hakaretler kalmadı. San ki karşılarında bir düşman takımı vardı. Değil ki düşman takımı bile olsa,kimsenin kimseye hakaret etme hakkı yoktur. Üstelik Brezilya’ya herkesin ittifak ettiği şekilde bir hakem hatasıyla yenilmemize rağmen.
İnsan kendi kendine sormadan edemiyor.
Bu kadar acımasızca,milli takım ve çalıştırıcısına niçin saldırılıyor?
Bu takım bilerek ve kasıtlı olarak mı yenildi yoksa?
Bu hakaretleri milli takımımız hak etti mi? vb.
Bütün bu saldırı ve hakaretlerin altında sonradan anlaşıldığına göre milli takımımızın yöneticileri ve futbolcuları öyle bir suç işlemişler ki affedilecek gibi değil. Neymiş bu suç biliyor musunuz ? topluca Cuma namazına gitmeleriymiş. Beyler biraz insaf sahibi olun insaf. Bir çok rakip takımın futbolcu ve yöneticilerini sahaya çıkarken veya gol attıklarında “Haç “ çıkartırken görüyoruz. O zaman hiç kimse onları eleştirmediği gibi taktir edildiklerini biliyoruz. Böyle kendi moral değerlerini horlayan ve aşağılayan hiçbir toplum kesimi,öyle sanıyorum ki dünya üzerinde yoktur.
Milli takımımızın 22 haziran 2002 günü saat 1430 da Senegal’le oynayacağı çeyrek final maçını da kazanarak yarı finale kalacağına yürekten inanıyoruz.
Milli takımızın azim ve kararlılığını televizyonlardan görünce bu ekibin finali de oynamaması için hiçbir neden yok. Başarmak isteyenlere bütün engeller,geçmeleri için yol verir. Bu azim ve kararlılığı milli takımımızda görmek mümkün. Ne kadar tersini savunanlar olsa da.
Tebrikler Şenol Güneş ve onun kahraman dünya yıldızları.

                                                  SELÂM OLSUN “GÜNEŞ VE YILDIZLAR”NA
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:
isaricay@turk.net

Futbol tarihimizde,yaşamadığımız,hatta hayalimizden bile geçiremediğimiz,en büyük başarı ve zaferleri 2002 dünya kupasında yaşıyoruz. 22 Haziran 2002 Cumartesi günü Senagal’le oynadığımız çeyrek final maçında Senegal’i Altın bir golle saf dışı bırakmamız öyle sanıyorum ki bütün Türk milletini 7’den 70’e sevindirmekle kalmamış,sevinç göz yaşlarımızın akmasına da sebep olmuştur.
İlhan’ın attığı o Altın golün fileleri bulmasıyla birlikte oturduğumuz yerden fırlayarak başlarımız neredeyse tavana vurdu.
Golle birlikte hem gooool diye bağırıyor hem de gözlerimden sevinç göz yaşlarının yanaklarıma doğru aktığını fark ettim. Böyle bütün dünyanın gözlerinin üzerinde olduğu, dünya çapındaki bir karşılaşmada,bu kadar coşkulu bir sevinç ve mutluluk yaşamamıştık çünkü.
Selâm olsun,bütün dünyaya Türk’ün sesini duyuran Aslanlara.
Selâm olsun, zafere susamış milletimize dünya çapında hediye ettikleri büyük zafere.
Selâm olsun Türkiye’yi nokta nokta bütün dünyaya ezberletenlere.
Selâm olsun “güneş ve yıldızlar”ına.
Evet bu karşılaşmalarda gördük ki,Güneş ve yıldızlarına en büyük engeller geçmeleri için selâma durmuştur.
Bu başarı karşısında,aman Allah’ım bu günleri de mi görebilecektik demekten kendimizi alamadık.
Demek ki istenirse,her alanda,dünya çapında böyle başarılara imza atmamız mümkün.
Önceki yazımızda belirttiğimiz gibi bu ekibimiz final oynamaya ve dünya şampiyonu olmaya namzettir. Senegal maçında da görüldüğü gibi bütün dünya takımlarından eksiklikleri yok fazlalıkları var.
Milli takımımızın dünya şampiyonu olmaması için hiçbir neden yoktur. Tüm dünyanın da şahit olduğu gibi,şu anda milli takımımız dünyanın en büyük dört takımından biri oldu.
Selâm olsun yöneticisinden futbolcusuna ve bütün emeği geçenlere.
Bu arada en büyük dileğimiz,büyüklerimizin de bu sevinç ve mutluluklarımızı fırsat bilerek gaza,yağa,gıdaya,petrole vb maddelere zam yaparak,bu coşkulara kibrit suyu dökmemeleridir.
Hiç olmazsa gülmeye bile hasret kalmış milletimiz,bütün sıkıntıları bir tarafa bırakarak,doya doya,coşkusunu ve sevincini kısa bir sürelik de olsa yaşasın.
Tüm vatandaşlarımızın ellerinde bayraklarla bir anda sokaklara dökülmesi millet olarak bu tür başarılara ne kadar hasret olduğumuzu gözler önüne sermiştir. Millet olarak arzumuz yarı finali de alarak,finali oynamak ve oradan da dünya şampiyonu olarak kupayı havaya kaldırmaktır.
Milli takımımıza inanıyor ve güveniyoruz. Çünkü onların azim ve kararlılıklarını görünce,zafere ulaşmamaları veya dünya şampiyonu olmamaları için hiçbir sebep yoktur.
Çünkü zafer,zafere inananlarındır.
                                    
FUTBOL BÖYLE OYNANIR VE MUHTEŞEM DÖNÜŞ
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:
isaricay@turk.net
Tarihte ilk defa ata sporlarımızdan olmayan bir spor dalında daha dünya üçüncüsü olduk. Bu başarıyı gösteren teknik adamından futbolcusuna ve bütün emeği geçenleri kutluyoruz. Daha önce de Tekvando da vb sporlarda dünya şampiyonu olmuş,fakat bu spor dalları futbol gibi herkesi ilgilendirmediğinden belki de bir çoğumuzun haberi bile olmadı. Ancak futbol öyle değil. Dünyadaki bütün toplumları çocuğundan-yaşlısına ve kadınından-erkeğine herkesi ilgilendiren bir spor dalı olması,dünya üzerindeki etkisi ve önemi bakımından daha büyüktür.
2002 Dünya futbol kupasında millilerimizin dünya üçüncüsü olması bizlerin ekran başında göz yaşlarımızın akmasına sebep olmuştur. Çünkü her hangi bir spor dalında ömrümüzde bu kadar sevinç gözyaşları dökme fırsatı yakalayamadığımız gibi dünya çapında yaygın olan böyle bir spor karşılaşmasında her hangi bir derece de yapamamıştık.
Ay yıldızlı bayrağımızı dünyanın her köşesinde,hatta her evinde televizyonlar yardımıyla dalgalandırma fırsatını yakaladık. Bu sayede Türkiye’yi dünya haritası üzerinde bilmeyenlere ve Türk insanını tanımayanlara kelime kelime öğretmiş ve bütün dünyaya futbolun nasıl oynanacağını Kore ve Japonya’da olağanüstü güzellikte göstermiş olduk. Böylece bütün dünyaya futbol işte böyle oynanır dedirttik.
Türkiye’nin tüm bütçesiyle bile yapamayacağımızdan daha fazla tanıtımını,Şenol Güneş ve Aslanları gerçekleştirmiştir. Bu Aslanlarımıza hangi ödülü verirseniz veriniz,yaptıklarının karşılığını vermemiz mümkün değildir. Hepsini tebrik ediyoruz.
Ayrıca oynadığımız futbolla ve gösterdiğimiz medeni davranışlarla,bir çok dünya basınının da vurguladığı gibi insanlığa medeniyet ve kardeşlik dersi verilmiştir.
Hele o Kore karşılaşması ve sonrasındaki görüntüler yok mu,böylesi ne yaşanmış ne de görülmüş bir manzaraydı. Bütün dünyaya Türk’ün ne olduğunu ve medeni seviyesini göstermesi bakımından oldukça önemli bir enstantenedir.
Şunu da gördük ki bizler istersek,sadece sporda değil,teknolojide,ekonomide,bilimde ve daha bir çok alanda dünya çapındaki başarılara imza atmamız mümkündür. Yeter ki kendimize güvenelim,başarmak için her türlü olanağı kullanalım,toplumumuzun önündeki gelişmemize mani her türlü anlamsız didişme,karalama,köşe dönmecilik vb gibi engelleri kaldıralım. İlim ve teknolojiyi hayatımıza rehber edinelim.
Milli takımımızın göstermiş olduğu bu başarı,öyle sanıyorum ki,toplumumuzdaki bizden adam olmaz,biz dünya ile yarışamayız,bizim dünya çapında bir markamız bile yok düşüncelerini yıkması bakımından önemli bir merhale olacak.
Millilerimizi dünya kupası için Kore’ye gönderirken daha ilk eleme maçlarında elenip geri döneceğimizi,bu dünya devleri arasında varlık gösteremeyeceğimizi söyleyenler neler düşünüyor bilmiyorum ama,alınan sonuç öyle gösteriyor ve haykırıyor ki,artık bu alanda bizim de bir çift söz söyleme hakkımızın olduğunu dost düşman herkes kabul etmek zorunda kalmıştır.
Millilerimizin 30.06.2002 Pazar günü akşama doğru dönecek olması,vatandaşlarımızı daha öğle saatlerinden itibaren İstanbul’un taksim meydanına akın etmesine sebep olmuştur.
Gecenin geç saatlerinde dönen millilerimizi,on binlerce vatandaşımız ellerinde Türk bayraklarıyla,tarihi olduğu kadar muhteşem sevinç gösterileriyle karşılamışlardır.
Milli takımımızın bütün teknik kadro ve sporcularına hoş geldiniz diyor,2006 yılında yapılacak olan dünya kupasına da katılacaklarına inanıyor ve şimdiden başarılar diliyoruz.
                                                               BİR DİLİM EKMEK İÇİN
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

Çağımızda A.B.D ve A.B gibi bazı ülke insanları,fazla beslenme sorunları yaşarken, bazıları da maalesef bir dilim ekmeğe muhtaç bir şekilde,bütün sevdiklerini geride bırakarak,tek tek veya ailecek her türlü tehlikeleri göze alarak,varını yoğunu,her şeyden önce vatanını,akrabasını, komşusunu geride bırakarak,karnını doyurabilecek bir ekmek parası kazanabilmek için yollara düşmektedir.
Bu yolculuk öyle bir yolculuk ki menzile ulaşabilmek için canından bile olabilme ihtimali oldukça yüksek.
Her gün basından,televizyonlardan içimiz burkularak izliyoruz. Yüzlerce insan, yolcu taşımaya pek de elverişli olmayan tırlara veya gemilere doluşarak,yarının kendilerine neler getireceğini bilmeden denizlerin o azgın dalgalarıyla boğuşarak Avrupa ülkelerine doğru yola çıkmaktalar.
Ne yazık ki bir çoğu taka teknelerle yapılan bu yolculuklar hüsranla sonuçlanmaktadır. Teknelerin aşırı yolcu almaları nedeniyle bir çok tekne daha ulaşacağı yere varmadan Ak denizin o mavi sularına gömülmekte ve bir çok insan da hayatını kaybetmektedir.
Peki son zamanlarda bu tip olaylar niçin çoğaldı,bu insanlar evlerini,yurtlarını bırakarak niçin böyle tehlikeli yollarla batı ülkelerine kaçmaya çalışıyorlar, bunun üzerinde durmak gerekiyor sanırım.
Dünyadaki iletişimin her alanda zirveye çıktığı çağımızda,hızlı ulaşım,televizyonlar,otomatik telefonlar ve internet kanalıyla dünyanın herhangi bir yerindeki bir insan,dünyanın bir başka yerindeki insanlarla gayet rahat iletişim kurabilmekte, dünyanın her yeriyle ilgili bilgiler edinebilmekte,dolayısıyla kendi sosyal ve ekonomik durumunu Avrupa’daki veya A.B.D’deki diğer insanlarla kıyaslayabilmektedir.
Böylece kendi durumunun hiç de iç açıcı olmadığını anlayan insanlar fırsat bulduğunda,fırsatlar ülkesi olarak düşündüğü ülkelere kaçma yollarına başvurmaktadır.
Her şeyden önce vatanlarını ve yakınlarını geride bırakarak yola çıkan bu insanlara baktığımızda hepsinin ortak özelliği ülkelerinin fakirlik ve yoksulluk içerisinde olmasıdır. Yani ülkelerinde iş bulma ve ekmek parası kazanabilme olanakları oldukça sınırlı,yoksul ve fakir insanlar bunlar.
Kaçak veya yasadışı göçmenler de dediğimiz bu insanlar,Çin,Afganistan,Pakistan,Bengaldeş, Irak,İran,Suriye,Somali vb ülke insanları olduğu görülmektedir.
Ne acıdır ki ülkemiz insanlarından da,son zamanlarda kaçmaya çalışanların sayısının oldukça arttığına şahit olunmaktadır.
Peki gelişmiş veya zengin denilen ülkelerin bu zenginlikleri nereden geliyor?
Sadece kendi ülke kaynaklarını değerlendirerek mi?
Yoksa fazla çalışmalarından mı? diye sorulabilir.
Mutlaka bunların etkisi büyük. Ancak bu ülkelerin,zenginliklerinin büyük bir kısmı,geri kalmış veya fakir dediğimiz ülkelerin yer altı veya yer üstü kaynaklarının bir şekilde o ülkelere aktarılmasıyla oluşmuştur. Bu akış halihazırda devam etmektedir.
Yine bu zengin dediğimiz ülkeler,son zamanlarda,bizim birinci derecede akraba olduğumuz,ama bizim değerlendiremediğimiz,Orta Asya cumhuriyetlerindeki paha biçilmez yer altı ve yer üstü kaynaklarına da göz dikmişlerdir.
Görüyoruz ve biliyoruz ki bu ülkelerin kaynakları,ne kadar hüzün verici de olsa,yine aynı sömürgeci güçlerin kontrolüne girmektedir.
Bütün dünyada pazarlık konusu edilen ve hatta savaşlar çıkarılan bu bölgede yine aynı aktörler sahnede boy göstermektedirler.
Dolayısıyla dünyadaki bu açlık,fakirlik,yoksulluk,savaş ve göz yaşlarının sebebi, adaletsiz kaynak bölüşümüne neden olan,sömürücü ve yoksullaştırıcı dünya düzenini yürütenlerdir.
Yoksa bütün insanlar,kendi ülkesinin kaynaklarından adaletli bir şekilde faydalanma olanağı bulabilse,insanca yaşayabilecek bir gelir düzeyine kavuşabilse,bir dilim ekmek için,kişinin veya bütün aile fertlerinin hayatına mal olabilecek,böyle tehlikeli,sonu belirsiz yolculuğa niye çıksınlar.
                                                      
                                                
                                                FATİH'İN TOP VE KADIRGALARI
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net
Tarihte öyle olaylar yaşanmıştır ki,bu olaylar dünya tarihinin seyrini değiştirmiş ve yeni başlangıçlar oluşturmuştur. Alparslan’nın malazgirt zaferi Anadolu’yu Türk yurdu yapmış,Fatih’in İstanbul’u fethi orta çağa son verip yeni bir çağ başlatmış,matbaanın bulunuşu bilginin yayılmasında büyük bir devrim meydana getirmiş,Fransız ihtilali yeni bir çağ açmakla kalmamış toplumların benliklerini, değişim ve gelişim isteklerini ateşlemiştir.
Biz bu yazımızda İstanbul’un fethini ve Fatih’in çağa damgasını vuracak olan yeni buluş ve tekniklerinden bahsedeceğiz.
Devletin başına geçer geçmez,İstanbul’un fethini gerçekleştirecek olan II.Mehmet(Fatih),bütün toplumsal ve teknolojik hazırlıklarını tamamlamak için her türlü çalışmayı yapmaya başlamıştır.
II.Mehmet(Fatih) daha çocukluk yıllarından beri İstanbul’u fethetmeye karar vermiş,bütün düşünce ve planlarını bunun üzerine kurmuştur. Genç Padişahın hedefi, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in, “Bizans’ı fethedecek komutan ne güzel komutan,o asker ne güzel askerdir” sözünü gerçekleştirmek ve onun övgüsüne layık olmaktı.
İstanbul’un fethini kolaylaştıracak olan en büyük nedenlerden biriside Bizans devletinin çürümüşlüğü ve halka karşı acımasızca uygulamalarıdır. Bizans halkı fetihten önce baskı ve zulüm altında inim inim inlemektedir. Adeta Türkler’i sabırsızlıkla beklemektedirler. Baskı ve zulümden gına getirmiş olan Bizans halkı,“Başımızda Kardinal külahı görmektense,Türk sarığı görmeyi tercih ederiz” demektedir. Bu sözleri söyleten tabi ki Türk milletinin yüksek ve evrensel hasletleridir. İşte bu hasletler neticesindedir ki yüz yıllardır ayakta durmasını başarabilen Bizans,II.Mehmet(Fatih) ve orduları karşısında diz çökmek zorunda kalacaktır.
Bizans’ın bu çürümüş toplum yapısının yanında Osmanlı Türk toplumu, adalet,dayanışma,sosyal yapı yönünden zamanının en ileri toplum yapısına ulaşmıştır.
Toplumunun durumunu yerinde görmek isteyen II.Mehmet(Fatih),defalarca tebdili kıyafet yaparak halkın arasına karışıp,bir fiil halkın durumunu kendi gözlemlemiştir. Halkın birlik ve beraberliğini,dayanışmasını ölçmek için,bir gün bir bakkala girip,bir miktar un almak ister. Bakkal yeni müşterisine derki;”kardeşim ben sabah siftahımı yaptım,var git şu yanımdaki komşum daha siftah yapmadı,un’unu ondan al” diye karşılık verir. Başka bir gün yine,yolu üzerinde rastladığı peynirciye girer. Ondan da bir miktar peynir tartmasını ister. Yine benzer bir davranışla karşılaşır. Halkın birbirine böylesine gönülden gelen dayanışmasını gören Fatih,toplumunun bir fetih toplumu olduğunu daha iyi anlamış ve yanındakilere; “halkımızın durumunu görüyorsunuz. Bu halkla ben değil Bizans’ı, dünyayı fethederim, ya ben Bizans’ı ya da Bizans beni alır” der.
İstanbul’un fethinde, o zamana kadar dünya tarihinde eşi ve benzeri görülmeyen yeni teknik ve yöntemler bulunmuş ve uygulanmıştır. Bunların başında ilk uzun menzilli ve barutla atış yapan toplar geliştirilmiş, tarihe meydan okuyan Bizans surları ,II.Mehmet(Fatih)’in askerleri tarafından atılan ve uzun mesafeden kalın kale duvarlarını delik deşik eden o top gülleleri,İstanbul’un fethini kolaylaştıran en büyük teknik araçlardan birisi olmuştur. Bu buluş,bugünkü bin-ikibin kilometre menzilli füzelerin gelişmesine de temel oluşturmuştur. Bu topların bulunup geliştirilmesi ve İstanbul’un fethinde kullanılmasından sonra savaşların seyri de değişmiştir.
Hele o günkü şartlarda onlarca kadırganın karadan yürütülerek denize indirilmesi,o zamana kadar ne görülmüş nede duyulmuş bir olaydır. Bu olayı duyan bütün dost ve düşman herkes şaşkına dönmüştür. Çok sayıdaki kadırganın Levent’lerin kızaklar üzerinde kaydırarak,karadan yürütülüp halice indirilmesi İstanbul’un fethine neredeyse nokta koyan bir olaydır. Bundan sonra artık Bizans dayanamamıştır. II.Mehmet(Fatih) işte bütün bu inanılmaz gözüken teknik ve yöntemleri, İstanbul’un fethinde uygulamaya koyarak başarılmaz denileni başarmıştır.
İlim ve teknik adamlarını yanından hiç ayırmayan ve onlara her türlü desteği veren II.Mehmet(Fatih), 21 yaşındaki genç bir padişah olarak,29 mayıs 1453 tarihinde,yanında ünlü hocası Ak Şemsettin’in manevi ve ilmi desteği ile birlikte,İstanbul’u fethederek tarihin akışını değiştirmiştir. “Orta çağ”a son vererek “yeni çağ”ı başlatmıştır. İstanbul’un fethiyle Osmanlı cihan devletinin kapıları ardına kadar açılmakla kalmamış Anadolu tamamen Türk yurdu olmuştur diyebiliriz. Artık bundan sonra II.Mehmet de, Fatih diye anılacaktır.
Evet Fatih’in o müthiş top ve kadırgaları,dünyanın olamaz dediğini gerçekleştirmiş,tarihin akışını değiştirmiş ve Anadolu’yu ebedi Türk yurdu olarak,bir daha elimizden çıkmamak üzere tapusunu,bizlere teslim etmiştir.
29 mayıs 2002 Çarşamba günü(bugün) kutlanacak olan,İstanbul’un fethinin 549.yıl dönümünü kutluyoruz.
                                
                                     GENÇLERİ İŞSİZ,AŞSIZ VE EKMEKSİZ BIRAKMAYALIM
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net
Ülkeleri ayakta tutan ve devamını sağlayan,geleceğe ümitle bakmalarının garantisi olan genç nesle,her ülke gerekli önemi vermek zorundadır. Gençlerin geleceğe yönelik eğitilmesi,iş sahibi olmaları,o bitmez tükenmez beyin ve fizik enerjilerini,üretimde ve ülke kalkınmasında daima motor gücü olarak kullanmak gerekir. Dünyanın en genç nüfusuna sahip ülkelerinin başında Türkiye gelmektedir. Ülkemiz nüfusunun kahir ekseriyeti genç nüfustan oluşmaktadır. Ancak bu genç kuşağa gerekli önemi verdiğimizi söyleyemeyiz. Bir çok eğitilmiş gençle birlikte,eğitim olanağı bulamamış milyonlarca yeni kuşak maalesef işsiz güçsüz dolaşmakta,yarınından endişeli olarak iş,aş ve ekmek parası kazanabileceği günleri beklemektedir. Halbuki ülkemiz öyle bir konumdaki,fakir olması için bütün dünya bir araya gelse bunu başaramamaları gerekir. Çünkü ülkemiz o kadar önemli bir konumdaki,dünyanın kritik su yollarının merkezinde,üç tarafımız denizlerle çevrili,yer altı ve yer üstü kaynakları bakımından hala bakir,Uranyum ve bor gibi en stratejik madenlerin ülkemizde olması, dünyanın pazarı kabul edilen petrol ve gaz zengini ülkelerin kapısı olması,üç kıtanın bir birine geçiş noktasında bulunması,dünyada hiçbir ülkenin elinde bulunmayan olanaklardır bunlar. Bütün bunlara rağmen kişi başına düşen milli gelirimiz 20.000$ dolarlarda değil de,2000$ dolarlarda olması ve geri kalmış fakir ülkeler arasında bulunmamız doğrusu anlaşılacak gibi değil. Son açıklanan rakamlara göre resmi işsizlik oranı çalışabilir nüfusun yaklaşık %10’dur. Gizli işsizlikle beraber işsizlik oranı öyle anlaşılıyor ki %15-20’leri bulmaktadır. Bir ülke için bu oranlar çok yüksek olmakla kalmayıp,büyük tehlikelerin de belirtisi olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde %2-3 gibi bir işsizlik oranı,o ülkeler için en büyük tehlike olarak kabul edilmekte ve hemen gerekli tedbirler alınmaktadır. Ne yazık ki ülkemizde işsizlik artıkça artıyor fakat görünürde buna ne bir çare ve ne de bir önlem alınıyor. Eğer böyle giderse yakın gelecekte ülkemiz bu günkünden daha tehlikeli ve önü alınamaz problemlerle karşı karşıya kalabilir. Bu gün bir çok genç insanla görüştüğümüzde,iş bulamadıklarından,hala babalarının verdiği cep harçlığına mahkum olduklarından,hiç olmazsa askari ücretle bile iş bulabilseler kendi ihtiyaçlarını karşılayabileceklerinden söz etmekteler. Her gün boş boş sokaklarda dolaşmaktan,kahve köşelerinde boşu boşuna ömür tükettiklerinden söz ederek,bizim halimiz ne olacak bilmiyoruz demektedirler. Hak vermemek mümkün değil. En verimli olabilecekleri bir çağda,kendilerinin geçimini sağlayabilecek her hangi bir iş bulamıyorlar. Evlenmeye kalksalar en büyük engel işsizlik. İş kurmaya kalksalar sermaye yok. Geriye ne kalıyor maddi sıkıntılar içinde işsizler ordusuna katılmak. Ülkemizde işsizliğe çare bulunması aslında pek o kadarda zor olmasa gerek. İstihdam oluşturacak insanların önündeki,anlamsız ve gereksiz bütün bürokratik engeller ve ağır vergi yükü kaldırılsa,öyle inanıyorum ki ülkemiz insanı girişimci gücünü ortaya koyarak büyük iş alanları oluşturabilecek,hatta kendi işini kendisi kurarak bu problemi kökünden halledecek. Fakat vergi yükü ve bürokratik engeller insanları canından bezdiriyor. Bunları iş kuran ve kurmaya çalışanlar çok iyi bilir. Üstüne üslük birde çağımız anlayışına aykırı,kırmızı sermaye mi,yeşil sermaye mi gibi ayrımcı ve istihdamı engelleyici söylenti ve uygulamalar,istihdam oluşturma teşebbüslerini engellemektedir. Vatandaşımız da işte böyle anlamsız engellerle uğraşmaktansa, ne yapıyor,alıyor parasını en kolay kazanma yolu olan bankaya götürüp yatırıyor. Ne işçiyle,ne bürokrasiyle,nede vergiyle uğraşıyor. Üstelik uyurken bile kazanıyor. Ülkemizin en büyük handikabı genç neslimizi istihdam edecek,,üretime yönelik,üretken,zincirleme yatırımlar oluşturamamaktır. Ne yapıp edip Türk insanının ufkunu daraltan,girişimci ve üretimci gücünü sınırlayan,bütün engellerin kaldırılması gerekir. İşte bütün bu engeller ve çağımızla ters düşen anlamsız uygulamalarla,ne acıdır ki,paha biçilmez genç nüfusumuzun,enerjisinden, üretkenliğinden faydalanmamızı kösteklediğimiz gibi,gençlerimizi en verimli çağlarında,sokak ve kahve köşelerinde işsiz,aşsız ve ekmeksiz bırakıyoruz.
                                                  DÜNYA BARIŞ İSTİYOR AMA,YA O BİRİLERİ
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net
 
Dünya üzerinde insan var olalı beri,hep birileri,birileriyle mücadele ede gelmiştir. Bu mücadele Habil ile Kabil’den beri süre gelmiş ve devam etmektedir. Bazen Habil ile Kabil’in mücadelesinde olduğu gibi kıskançlık ve çekememezlikten,bazen başta toprak olmak üzere çeşitli maddi menfaatlerden,bazen de şan,şöhret yada meydan okuma gibi hissi üstünlüklerin galebe çaldığı durumlarda söz konusu olmuştur. Bu mücadelelere ister savaş diyelim,ister harp diyelim,ne dersek diyelim,eğer insanlık bundan zarar görüyorsa ki öyledir,niçin hala 21.yüzyılda sudan bahanelerle savaşlar çıkarılır,çocuk-kadın,yaşlı-genç demeden insanlar toptan imha edilmeye çalışılır anlamak mümkün değil. İnsanların hizmetine sunulması gereken bütün olanaklar,ne acıdır ki insanları imha etmekte kullanılmaktadır. Doğrusu bu durum anlaşılacak gibi değildir. Son günlerde yine çok yakın komşumuz olan Irak’a bir ABD saldırısı söz konusu olmaktadır. Umarız böyle bir şey gerçekleşmez. Bu saldırının asıl sebebini,öyle sanıyorum ki bütün dünya kamu oyu gibi bizlerde anlamakta güçlük çekmekteyiz. Söz konusu saldırı planları ister istemez insanın aklına şu soruyu getiriyor. Acaba ABD ekonomisinin ve sanayisinin bel kemiğini oluşturan silah sanayii zorda da,onu kurtarmak için mi böyle sudan bahaneler uydurularak,savaş çıkartılmak isteniyor? Sanıyorum en büyük amil de bu olsa gerek. Çünkü her ABD başkanı ne yapıp edip kendi başkanlık döneminde,yani her 3-5 yılda bir,mutlaka bir savaş çıkarıp veya bir savaşa taraf olup,öyle veya böyle lehlerine bir sonuç çıkartarak başkanlıktan ayrılıyor. Bizim gözleme fırsatını yakaladığımız bütün ABD başkanları hep bunu yapmışlardır ve yapmaya da devam etmektedirler. Eğer dünyada 5-7 yıl gibi bir süre barış olsa,hiçbir savaş tehlikesi oluşturulmasa,ABD ekonomisi,aynen Sovyetler Birliği ekonomisi gibi çökebilir ve ABD dağılabilir. İşte bundan korkulduğu için,belki de durmadan dünyanın değişik bölgelerinde anlaşmazlıklar körüklenerek,savaşlar çıkarıp veya çıkartılıp devamlı silah üretimi ve ticareti ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Ancak bu yöntemin ilelebet işe yarayacağı da düşünülmemelidir. Artık dünya kamu oyu, yavaş yavaş bunun farkına varmaya başlamıştır. Nasıl ki Sovyetler Birliğini ayakta tutan öcüler,”yeniden yapılanma” ve “yumuşama” sözcüklerinin gündeme girmesiyle tuz buz olarak ayakta kalamadıysa,dünyada oluşturulabilecek 5-7 yıl gibi bir barış rüzgarı da ABD’nin çöküşüne neden olabilir. Niçin 5-7 yıl diye sorulabilir belki de. Çünkü yeni seçilen bir ABD başkanının görev süresini aşacak bir süredir bu süre. Seçilen Başkanlar,normal başkanlık süreleri içinde hem ülkeleri,hem de dünya çapında adından söz ettirecek öyle bir icraat yapmalılar ki,hem silah sanayiine dayalı ABD ekonomisine büyük bir destek olsun,hem de dünya çapında akis bulsun. Sayılan bu sebeplerden dolayı,dün Vietnam’da olduğu gibi,bugün de Afganistan ve Irak’ta,yarında Pakistan ve Hindistan gibi ülkeler arasında,sudan bahanelerle saldırı ve karışıklıklar çıkartılarak ve silah pazarları oluşturularak,kendilerini ayakta tutan ekonomik dayanakları güçlendirmektedir. İşte 5-7 yıl gibi bir dünya barışı,başkanlara bu fırsatı vermeyeceğinden ve üretilen silahların kullanma alanları ortadan kalkacağından dolayı,büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kalacak olan ABD,belki de dağılmayla karşı karşıya kalabilecektir. Çıkarılan bu gibi savaşlarda da,olan yine bizim gibi ülkelere olmaktadır. Daha önceki körfez savaşında olduğu gibi,eğer Irak’a tekrar saldırılırsa,en büyük sıkıntıyı yine bizim ülkemiz ve vatandaşlarımız çekecektir. Herkesin bildiği gibi,biz hala körfez savaşının acısını çekmeye devam ediyoruz. Savaşı çıkaranlar ise,kasalarını buralardan şişirmeye devam etmektedirler. Bu anlamsız savaşlar neticesinde,bizim kazancımız ise maalesef şunlar olmaktadır. Sınır ticaretlerimiz sona ermektedir. Ezilen taraf olan Irak ekonomisi büyük oranda yok edildiğinden,alım gücünün azalması neticesinde,karşılıklı ticari hayat durmaktadır Irak’la,dolayısıyla Ortadoğu ülkeleriyle yapılan ticaretin azalmasıyla,ülkemizin istihdam olanakları oldukça daralmaktadır. Fakirleşen ve sefilleşen insanlarda,savaşı yapan ABD ve İngiltere vatandaşı değil,ne acıdır ki bizim vatandaşımız olmaktadır. Ekonomisi çöken,savaşı başlatanlar değil,saldırıya maruz kalanlar ve bizim gibi savaşa komşu olanlardır. Zaten ekonomisi bıçak sırtında olan savaş komşusu bizim gibi ülkeler de,sanki savaşı kendileri yapmış gibi en acımasız kıtlığı,çekmek zorunda kalmaktadırlar. Bütün bu sıkıntı ve acıları çeken bizler ve top yekûn dünya insanları,savaş değil barış istiyor ama,ya o birileri ne istiyorsa,maalesef yine de,o oluyor.
                                                             FENER PATRİĞİNİN CÜRETİ
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net
Anlaşıldığına göre İstanbul Fener patrikhanesinin ezeli emelleri halâ gizliden gizliye devam etmektedir. Bunların başında,İstanbul’un tekrar alınması,patrikhanenin “Kin kapısı”denilen kapısının,orada bir Türk büyüğünün asılmasına kadar açılmaması ve Heybeli ada Ruhban okulunun açılması v.b. emelleridir. Fener patriği Bartemalous’un son A.B.D gezisi dönüşünde söylediği sözler,Fener patrikhanesinin tarihi gizli emellerini,artık gizlemeye bile gerek duymadan bütün basın önünde açıklamakta bir sakınca görmemesidir. Sayın Patrik kendi ağzından “Ekümenük (Evrensel patrik)” olduğunu ve Heybeli ada Ruhban okulunun açılması gerektiğini açık açık söylemekte herhangi bir sakınca görmüyor. Üstelik bu okulu kendi istekleriyle,kendileri kapatmasına rağmen. Öyle anlaşılıyor ki Patrik,Vatikan benzeri bir devlet hedefliyor. Türkiye’nin başı ne zaman bir derde girse veya sıkışsa,ülkemiz üzerinde emelleri olanlar ,bu gizli emellerini oraya çıkarmakta gecikmiyorlar. Tabi bunların arkasında da her zaman olduğu gibi yine Avrupa’lar hemen saf tutmakta maharetlerini gösteriyorlar. AP’da bir grup millet vekili hemen bir karar tasarısı hazırlayıp,içine Ayasofya’nın da Kiliseye çevrilmesini içeren bir belgeyi AB (Avrupa birliği yada yakın gelecekte Avrupa birleşik devletleri) Parlamentosuna sunmakta gecikmediler. Patrikhanenin bu gizli emelleri İstanbul’un fethinden beri vardı ve değişmemiştir. Değişmeyeceğini de yine Patrikhanenin kendi belgelerinden anlıyoruz. 1770 yılında Edremit’in Ali Bey(Cunda) adasında Papaz İkonomos tarafından kurulan Akademinin,1884 yılında ele geçirilen ders programında bu ihanet dolu emelleri görmek mümkündür(1). İşte bu ihanet belgelerinden bazı maddeler. 1.kısım. -Türklerin en ufak hatalarını büyüterek Avrupa’da duyurmak,medeni alemi Türk’lere düşman etmek. -Türkleri ezeli düşman olarak tanıtmak. -Türkleri iktisaden çökertmek,yüksek faizli krediler açarak ağır şartlarla rehin kabul etmek. -Türk milletini ahlak,milliyet,din ve gelenekleri bakımından çürütmek. -Küfürleri öğretmek,küfürü Türkler arasında yaymak. -Gençler arasında kabadayılık ruhunu yayarak,sevgi,saygı ve bağlılıkları kırmak. İkinci kısım. -Türk hükümranlığını baltalamak. Bu işi azar azar geliştirip İstanbul’u ele geçirmek. Eski kostantiniye’yi yeniden kurmak. -Türk halkı arasına daima fitne ve fesat sokarak,devletle milletin arasını açmak. -Bir harp sırasında Türk halkını sefalete götürecek her çareye baş vurmak. -Türk çiftçisini ağır faizlerle toprağından etmek v.b. gibi insanın tüylerini diken diken eden kararlar alınıp ders programı olarak okutulmuştur. (Bu belgeleri ele geçiren Ali Bey adası eski belediye reisi merhum İzzet Esen bey’dir). Bizim hiçbir kimseye,hiçbir inanca ve zümreye karşı bir ön yargımız veya düşmanlığımız yok. Fakat söylenen pervasızca sözler hepimizi fazlasıyla üzmüştür. Ülkemizin son yıllarda düştüğü ekonomik ve sosyal sıkıntıları fırsat bilen patrikhane yetkililerinin yine cüretlerinin arttığını görüyoruz. Boşuna cüretkar olmasınlar Türk milleti, milli meselelerde,bütünleşmesini de bilir,her türlü sıkıntılara katlanmasını da.

                                                              KAMU SENDİKALARI VE ÇALIŞANLARI
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

Uzun yıllardan beri mücadelesi verilen kamu çalışanları sendikaları kuruluş kanunu bilindiği üzere yakın zamanda çıktı. Bu kanunun çıkması her ne kadar istenen niteliklerde olmasa bile büyük bir ilerleme sayılabilir. Temel amaç toplu sözleşmeli-grevli bir kanundu ama olmadı. Çıkan kanunda bunun yerine toplu görüşme yapabilme hakkı verilmiştir. Toplu görüşmede olsa,kamu çalışanları bu fırsatı iyi değerlendirmek zorundadır. İleride öyle sanıyorum ki grevli-toplu sözleşmeli görüşme hakkı da elde edilecektir. Kamu sendikaları temsilcileri,15 Ağustosta kamu işverenleriyle ilk defa bir araya gelerek toplu görüşmeye başladılar. Türkiye tarihinde bu bir ilktir. Belki de istekler tamamen karşılanmayacak ama,hiç olmazsa çalışanlar isteklerini birinci elden ilgililere ulaştırabileceklerdir. Bu zamana kadar kamu çalışanlarına(emekçilerine) hiçbir şey sormadan,fikirleri bile alınmadan tek taraflı olarak karar alınıyor,hiçbir zaman da(bazı istisnalar hariç) kamu emekçilerini memnun edecek bir ücret veya zam verilmiyordu. Her zaman kamu emekçileri verilene razı olmak zorunda kalıyordu. Zaman zaman ülke çapında gösteri ve protestolar olsa da,bu durum kamu işverenlerinin kararlarını değiştirmedi. Çünkü çalışanların elinde kullanabilecekleri bir koz da yoktu. Yaptırım gücü olmasa da, sendikalar bugün gelinen noktada,işveren karşısında güç birliği yaparak,kamu çalışanları lehine alabilecekleri azami hakları alabilmelidirler. Toplu görüşmeye katılan Kamu-sen ve Kesk temsilcileri,aralarındaki bütün ayrılık ve anlayış farklarını bir tarafa bırakarak,tek vücut halinde çalışanların haklarını birlikte savunmak zorunda olduklarını unutmamalıdırlar. Hiç kimse kendi ikballerini düşünerek pasif kalma veya siyasi gelecek düşüncesiyle çalışanların çıkarlarını savsaklama lüksüne sahip değildir. Özellikle eğitim camiasının son yıllarda kaybettiği bazı hakların geri alınmasında ısrarcı olunmalıdır. Bunlardan bazılarını sıralayacak olursak; -Merkezi sistemle veya okullarda yapılan değişik isimlerdeki sınavlarda,büyük bir adaletsizlik oluşturan başkan-gözcü ücret ayrımı düzeltilmelidir. -Önceden olduğu gibi haziran ve eylül aylarında yapılan sınavlarda,öğretmelere verilen aylık toplu ücret uygulaması tekrar geri getirilmelidir. -Teknik öğretmenlerin elinden alınan eksersiz çalışmaları,yıpranma gibi hakları geri iade edilmeli ve yerinde sayan teknik eğitim tazminatları,günün şartlarına göre gerekli artış sağlanmalıdır. -Sınıf öğretmenliği ve kol çalışmalarında önceden verilen üç saatlik ücret tekrar verilmelidir. -Her eğitim-öğretim yılı başında öğretmenlere verilen,eğitim-öğretime hazırlık tazminatı,eğitim öğretim ordusunun ayrılmaz parçaları olan,okulların eğitim ve öğretime hazırlanmasında büyük katkıları bulunan,memur,teknisyen ve hizmetlilere de verilmesi sağlanmalıdır. Ayrıca; -Memur eş ve çocuklarına(iki çocuk sınırlaması da kaldırılarak) verilen aile yardımı,her yıl günün şartlarına göre yeniden düzenlenmelidir. -Tüm kamu çalışanlarının fazla mesai ücretleri,günün şartlarına uygun bir değerde tespit edilip,gecikmeksizin zamanında ödenmesi sağlanmalıdır. -İşçilere verildiği gibi,memurlara da her üç ayda bir,bir maaş tutarında ikramiye verilmesi sağlanmalıdır. -Kira yardımları şu anki komik durumdan kurtarılarak,günün şartlarına uygun hale getirilmelidir. Yukarıda sıraladıklarımızın bir çoğu aslında yeni istekler değildir. Bir kısmı daha önce uygulamada olup yakın zamanda çalışanların hilafına kaldırılan haklardır. Bizler hep “verilen haklar geri alınmaz” bilirdik ama, ne yazık ki öyle değilmiş. Toplu görüşmelere katılan kamu sendikaları temsilcileri,kamu çalışanlarının isteklerini bir an bile unutmadan,iyi bir pazarlık yaparak,fakirlik sınırının 1 milyar 100 milyona çıktığı günümüzde, çalışanları bu sefalet sınırının üstüne çıkarmaya çalışacaklarını ümit ederek,bütün çalışanlar alınacak sonucu sabırla beklemektedirler.

                                           ÜLKEMİZ VE TEKNİK İNSAN GÜCÜ
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

Geri kalmış ve fakir ülkelere baktığımızda,hepsinin en büyük ortak özelliği,yetişmiş teknik insan gücünün yetersiz olduğu görülür. Aynı zamanda gelişmiş ülkelere de yine bu zaviyeden bakacak olursak, teknik insan gücünün çok yüksek oranlarda olduğunu görürüz. Teknik insan gücü penceresinden ülkemize bakacak olursak,maalesef nominal olarak yeterli düzeyde olmadığı açıkça görülür. Bir de son zamanlarda yapılan yanlış uygulamalar buna eklenince, teknik insan gücünün önemini hala kavrayamadığımız ve yeterince önem vermediğimiz anlaşılmaktadır. Yine aynı çerçeveden değerlendirdiğimizde,son yıllarda yaşadığımız bazı uygulamalar neticesinde,temel teknik insan gücünü yetiştiren,teknik okullarımızın neredeyse gözden çıkarıldığı görülmektedir. Gelinen noktada teknik okullardaki öğrenci sayısı yarı yarıya azalmış,hatta birçok bölüm kapanmış,bir çoğu da kapanmayla yüz yüze gelmiştir. Buralarda görevli teknik öğretmenler de öğrencisiz kalmakla kalmamış,bir çoğu da norm kadro dışına düşmüştür. Bütün bunların neticesinde ülkemiz,üretim yapacak,teknoloji üretecek vasıflı insan gücünden de mahrum olmayla karşı karşıya kalmıştır. Halbuki eli anahtar ve tornavida tutan veya bir başka deyimle,mesleği olan insanlar,dünyanın neresine giderse gitsin,ister Afrika ormanlarında yaşayan ilkel kabileler arasında olsun,ister Robinson Crouse gibi yalnız başına bir adada olsun,isterse Japonya,AB ve ABD gibi gelişmiş memleketlerde olsun,mutlaka karnını doyurabilecek ve yapacak bir iş bulur. Dolayısıyla üretime ve gelişmeye az çok her zaman,her yerde,mutlaka katkıda da bulunmuş olur. Keşke gücümüz olsa da bütün gençlerimizi birer meslek sahibi yapabilsek. Avrupa’dan gelen turistlerin bir çoğunu görmüşüzdür. Yollarda arabası bir arıza yapsa hemen bagajından tulumlarını çekerek,aracına müdahale eder. Adama sorsanız ya doktor,ya sosyolog,ya mühendis yada bir yerde işçi olarak çalışan birisidir. Mesleği ne olursa olsun,görülen o ki,adamların eli anahtar ve tornavida tutar olarak yetiştirilmişlerdir. Tabi ki bunun neticesinde onların kişi başına düşen milli geliri 20.000 dolarlarda iken,bizim ki de 2000 dolarlarda dolaşmaktadır. Aradaki fark bu işte. Düşünecek olursak evimizdeki çatal-kaşıktan televizyona,buzdolabından bilgisayara,bindiğimiz araba ve uçaktan,fezada yıldızlar arası yolculuk yapan araçlara kadar hepsinde teknik insanların el emeği ve beyin gücü vardır. Hal böyleyken hala teknik insan gücünü dikkate almamak,insanlarımızı çağın gerektirdiği bilgi ve teknolojilerle donatmamak ve üstelik bunlardan mahrum bırakabilecek engel ve uygulamalar koymak, ülkemizin gelişmesine,üretim yapmasına ve dünya ile yarışmasına engel olmakla eş anlamlıdır. Üniversiteye giriş sınavlarında,özellikle mühendislik fakültelerine girişte konulan anlamsız ve çağımıza ters düşen engeller derhal kaldırılmalı,hatta bununla yetinilmemeli,bu alanlara yönelen teknik okul mezunlarına kayda değer ek puanlar verilmelidir. Ayrıca dünya çapında,teknoloji üretecek,mühendis ve teknik eleman yetiştireceksek,teknik okullara da,Fen ve Anadolu liseleri gibi seçme öğrenciler alınmalı,bunun için gerekli her türlü tetbir, yöntem ve teknikleri bulup hemen uygulamaya koymalıyız ki,ülkeler arası teknoloji üretim yarışmasında bizim de,nitelikli,teknoloji üretebilecek,yeni üretim yöntemi ve teknikleri geliştirebilecek,buluşçu gençlerimiz olsun. Mesleki ve Teknik okullara hiçbir yere giremeyen öğrenciler değil,en başarılı,en zeki öğrenciler alınmalıdır. İşte bu beyinler yeni buluşlar ve yeni üretim teknik ve teknolojileri geliştirebilir. Böylece istihdam oluşturmaya katkısı olacak,girişimci,buluşçu ve üretici insanlarımızın oranını da artırmış oluruz. Aksi taktirde bugün olduğu gibi geri kalmış ülkeler kategorisinde kalmaya devam ederiz. Bu yıl 2 yıllık MYO’larına sınavsız giriş hakkı verilmesini iyi yönde atılmış,sevindirici bir adım olarak değerlendirebiliriz. Bu uygulamayla MYO’larına sadece meslek lisesi çıkışlılar alınacaktır. Bunun sonucu bu yıl mesleki ve teknik okullara,özellikle Teknik ve Endüstri meslek liselerine girmeye çalışacak öğrencilerin sayısının ve kalitesinin artacağı muhakkaktır. İki yıllık bir yüksek okul da olsa,bir çok velimizi ve öğrencimizi buralara yönlendireceği şimdiden belli olmuştur. Mesleki ve teknik okullara rağbetin arttığını,şu geçtiğimiz bir haftalık kayıt zamanında görmek mümkündür. Anlaşıldığına göre en ufak bir teşvik,geçen yıllara oranla,ön kayıtların bir hayli hareketli başlamasına neden olmuştur. Hayat damarlarımızın kopmasını istemiyorsak,dünyayla rekabet edebilme şansına sahip olmak istiyorsak,ülkemizin teknik insan gücünün artırılması için,bütün toplum kesimleri ve Teknik insan gücüne en çok ihtiyaç duyan, istihdam eden,başta özel sektör kuruluşları olmak üzere herkes gerekli desteği esirgememelidir.

                                                    VARLIK İÇİNDE YOKLUK ÇEKME
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

Ülkemiz yer altı,yer üstü ve insan kaynakları bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Ne yazık ki,hayati öneme sahip bu kaynakları,yeterince değerlendiremediğimizden dolayı,kendimizi fakru zaruret içinde yüzmekten bir türlü kurtaramıyoruz Stratejik bir öneme sahip olan Uranyum yatakları bile,bizi zenginleştirmeye yeter de artarda. Her nedendir bilinmez ama,Uranyum yönünden zengin bir ülke olmamıza rağmen,bu madeni çıkarıp işleyemiyoruz ve yeterince değerlendiremiyoruz,dolayısıyla hiçbir faydasını da göremiyoruz. Ege bölgesinde bulunan,dünyanın en zengin yataklarından biri olan,Manisa Köprübaşı Uranyum yatakları,başlı başına bir hazinedir. Ne varki gerekli tesisler kurulup işlenemediğinden,şu anda verimsiz bir topraktan hiçbir farkı yoktur. 1970 yılında burada bulunan uranyum yataklarıyla ilgili bir bilgilendirme toplantısında bulunmuştum. O toplantıda söylenenleri hep hatırladıkça içim içimi yer. Bilgilendirme yapan uzmanlar şunu demişti. “Burası dünyanın en zengin uranyum yataklarına sahip bir bölgedir. Eğer bu madenleri bizler işleyip değerlendirebilirsek ülkemiz süper güç olmakla kalmaz,dünyanın en zengin ülkelerinden birisi de olur. Bu sayede ülkemizde de ne işsizlik nede fakirlik kalır” demişlerdi. Her nedense hala fakirlik çekiyoruz. Bugün yine yeni yeni fark etmeye başladığımız,ülkemizdeki Bor madenleri de yine başlı başına bir hazine ama,ne yazık ki uranyum gibi onu da değerlendiremiyoruz. Maalesef bu değerli bor madenlerini de toprak olarak yurt dışına ucuz ucuz haraç mezat satıyoruz. Artık bugün Bor’un uzay sanayinden tutun da,yakıt olarak kullanılmasına kadar her sahada aranılan bir maden olduğunu bilmeyen kalmadı. Dünya Bor yataklarının yüzde yetmiş, yetmiş beşine sahip olduğumuzu araştırmacılar ifade ediyor. Bu bile ülkemiz açısından müthiş bir zenginlik kaynağı oluşturmaktadır. Tam olarak ortaya çıkarılmamış olsa bile,Petrol ve altın madenleri yönünden de Anadolu topraklarının pek de fakir olmadığı aşikardır. Bunların dışında daha bir çok yer altı zenginliğimizden bahsedilebilir. Tabi ki önemli olan bu madenlerin bulunması değil,bulunduktan sonra,bunları ülke çıkarları doğrultusunda değerlendirecek tesisleri kurup işletebilmek ve mamul madde olarak ihraç edebilmektir. Fakat ülkemizde ne yazık ki üretim değil tüketim ve rantiye(çalışmadan paraya para kazandırma) ödüllendirilmektedir. Üretim yapmak isteyen müteşebbislerin(girişimcilerin) üzerine öyle varıyoruz ki ürettiğine ve üretmişliğine bin pişman ediyoruz. Üretmemesi ve istihdam oluşturmaması için elimizden ne geliyorsa yapıyoruz. Üreten insanları hem vergi,hem girdi,hem de bürokratik engellerle maalesef perişan ediyoruz. Halbuki istihdam oluşturan ve üretim yapmaya çalışan insanları ödüllendirmemiz ve teşvik etmemiz gerekir. İş alanı oluşturan kim olursa olsun,yeşil,kırmızı,mavi sermaye demeden,ister yerli,ister yabancı olsun,çalıştırdığı kişi sayısına ve üretim kapasitesine göre,vergi ve girdi indirimi gibi bazı teşvikler ve ödüllendirmeler yapılabilse,öyle sanıyorum ki bir çok vatandaşımız,zaten ruhunda var olan iş kurma, geliştirme ve çalışma aşkını ateşleyerek,ülkemiz baştan başa küçük,büyük,binlerce hatta milyonlarca iş alanı ile dolacaktır. Bu söylediklerimizi,yanı başımızda bulunan komşumuz Bulgaristan vb ülkeler uygulamaya çoktan koydular ve dün bizden çok gerilerde iken,bugün üretim ve milli gelirleri bakımından bizleri çoktan solladılar. Böylece her müteşebbis birer,ikişer kişi bile çalıştırsa,hatta sadece kendini bile istihdam etse,ülke ekonomisi,milli gelir artışı ve işsizliğe çare olma bakımından büyük bir çıkış yolu oluşturacaktır. Müteşebbisi ve üretimi cezalandırdığımızda ise,haklı olarak vatandaşımız elindeki sermayesini alıp, bir banka veya finans kurumuna yatırıyor,yattığı yerden,hatta uyurken bile para kazanıyor. Çalışanla,vergiyle,sigortayla,bürokrasiyle vb şeylerle uğraşmaya da böylece gerek kalmıyor. Tabi ki kaybetme riski de yok. Niye üretim gibi emek ve uğraş isteyen,yerinde kaybetme riski olan bir alana yatırım yapsın. İstihdam ve üretimi cezalandırma gibi yanlışlardan dönülmediği müddetçe,varlık içinde yokluk çekmeye mahkumuz.

                                                     EĞİTİMDE KALİTE VE KABİLİYETLER
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

 eylülde 13 milyon dolaylarında öğrenci,yeni eğitim ve öğretim yılına başlayacak. Ülkemizde eğitim ve öğretim gören öğrenci sayısına bakıldığında bir çok dünya ülkesi nüfusundan oldukça fazladır. Bu da gösteriyor ki ülkemiz nüfusunun büyük çoğunluğu genç nüfuzdan oluşmaktadır. Böyle genç nüfuza sahip bizim gibi ülkelerin eğitime ayıracağı pay büyük bir öneme sahip olmakla birlikte,geleceği yönetecek eğitim çağındaki genç nesli,zihin ve kabiliyetler açısından da iyi yetiştirmek ve değerlendirmek gerekir. Eğitim alanını zihin mezbahası,işe yaramayan bilgi alma ve aktarma alanı ve test maratonu sahası olmaktan mutlaka çıkarıp; Gençleri; -Düşünen, -Beceri sahibi olan, -Üretken, -Keşifçi(buluşçu), -Çalışkan, -Azimli ve kararlı, -Adaletli olmayan her türlü uygulama ve anlayışları elinin tersiyle itebilecek iradeye sahip, -Çalışmadan kazanmaya ve her türlü hortumculuğa,çalıp çırpmaya hayır diyebilen, -İlmi kendine rehber edinen, -İnsan haklarını bilen ve sahip çıkan, -Bulunduğumuz çağı doğru yorumlayabilen, -Çok sağlam temellere dayanan Türk aile yapısına ve ahlâki değerlerine sahip çıkan, -Toplum değerlerini benimseyen,geliştirmeye çalışan,itici ve küçümseyici değil, kucaklayıcı olan, -Her alanda,dünyadaki emsalleriyle boy ölçüşebilen niteliklere sahip olarak yetiştirmek zorundayız. Çocuklarımızı daha ilk öğretimin birinci basamağından itibaren kabiliyetlerini tespit edip,ona göre rehberlik etmek ve yönlendirmek en doğru olanıdır. Eğitim ve öğretim,mutlaka deney ve uygulama sistemine dayalı olmalı,kuru ezbercilikten uzak durularak laboratuar ortamlarında yapılmalıdır. Bütün konular,kültür dersleri dahil deney ve uygulamalı olarak yapılabilecek ortamlar hazırlanmalı,öğrenciler derslerde olayları veya anlatılanları adeta yaşayarak öğrenmelidir. Siz o zaman görün çıkacak kabiliyetleri ve kaliteyi. Yine siz o zaman bakın,beğenmediğimiz,tembel dediğimiz,hatta bu vesileyle eğitim dışına ittiğimiz gençler arasından çıkacak dahileri ve eğitimin kalitesini. Gençlerimize öyle fırsatlar oluşturmalıyız ki,tesadüfen meslek veya alan seçme yerine,sevdikleri ve kabiliyetleri yönünde meslek veya alan seçmelerini sağlamalıyız. Sağlamalıyız ki,ileriki hayatlarında kendi alanlarında severek çalışsınlar,başarılı ve kaliteli hizmet verebilsinler. Maalesef ülkemizde büyük çoğunluktaki gençlerimiz,idealindeki mesleklere ve alanlara çoğunlukla gidemediğinden dolayı,başarısı,verimliliği,merak ve azmi körelmektedir. Bu da şahısları,severek çalışma,verimli olma,araştırma ve geliştirme yapmaktan ziyade,bir iş sahibi olmanın ötesinde fazla ilgilendirmemektedir.

                                                                       GELECEĞİMİZİ HAZIRLAYANLAR
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

Ülkelerin geleceklerini hazırlayanlar ancak ve ancak öğretmenlerdir. Bir ülkenin öğretmenlere verdiği değer ve onlara kazandırdığı seviye ve saygınlık, o ülkenin gerçek seviyesini gösterir. Hiçbir gelişmiş ülke göremezsiniz ki, öğretmenleri bizde olduğu gibi en geri plana itilmiş, onları ikinci hatta üçüncü işte çalışmak zorunda bırakmış olsun. Bir zaman Karadeniz bölgesine yaptığım bir seyahat sırasında hasbıhal ettiğimiz vatandaşlarımız, öğretmenlerle ilgili bana şöyle bir olay anlattılar. Bundan yıllarca önce Almanya’dan bir heyet, bir gemiyle Trabzon’a ziyarette bulunur. Bu ziyaretçileri limanda karşılamak için bir protokol oluşturulur. Bu protokol sıralamasında da en sonda bir öğretmen vardır. Protokolü sırayla tanıtan şahıs, en sonda bulunan kişi için de, bu arkadaşımız da filan okuldan “Öğretmenimiz Ahmet bey” der. Alman heyetine başkanlık eden zat devreye girerek “şimdi anladım Türkiye’nin neden böyle geri kaldığını. Çünkü öğretmenler protokol ve ekonomik planda ön sıralarda yerlerini almalıdırlar. Bizde öğretmenler, toplumun en üst gelir gruplarını oluşturduğu gibi, her alanda en saygın yeri de onlar alırlar “ diyor. İşte gelişmiş ülkelerdeki öğretmenlerin durumu, işte her gün televizyonlardan izlediğimiz işportacılık vb. iş yapmak zorunda bıraktığımız bizim öğretmenlerimiz. Yorumu okuyucularımıza bırakıyoruz. Geleceğimiz olan çocuklarımızı daha altı yedi yaşından itibaren ellerine teslim ettiğimiz öğretmenlerimizin, eğitim ve öğretim dışında başka hiçbir kaygısı olmaması gerekir. Ekonomik ve sosyal haklar yönünden öğretmenlerimizin ihtiyacı olan bütün olanakları hazırlamak ve sunmak zorundayız. Eğer geleceğimizi garanti altına almak, çağdaş ülkeler seviyesine çıkmak, hatta onları aşmak istiyorsak. O öğretmenler ki, Cumhur başkanımızdan tutun da en sade vatandaşımıza kadar hepimizin yetişmesinde onların emeği vardır. Yani geleceğimizi hazırlayanlar onlardır. Bu gün bu satırları yazıp okuyabiliyorsak, en büyük pay öğretmenlerimizindir. Cumhurbaşkanı, bakan, mühendis, doktor, ekonomist, yazar, çizer vb olduysak, bütün bunları öğretmenlerimize borçluyuz. Çünkü öğretmen bir mum misali kendi yanarak eriyip yok olur ama, çevresini aydınlatır. Çünkü öğretmen, ilmi, aydınlanmayı, gelişmeyi, merhameti, sabrı, üretmeyi, devletimizin ve milletimizin geleceğini temsil eder. Geçtiğimiz 24 kasım 2002 pazar günü öğretmenler gününü kutladık. Her zaman olduğu gibi yine çeşitli duygusal konuşmalar yapıldı, şiirler okundu. Bunların hepsi güzel ama, ah birde bu konuşmalar somutlaştırılabilse. Dileriz en kısa zamanda öğretmenlerin ekonomik ve sosyal problemleri çözülür de, her yıl 24 kasımlarda öğretmenlerin bu sıkıntılı durumlarını yazmaya ve konuşmaya değil de,dünya ile nasıl bilim, teknoloji, kaliteli üretim vb. alanlarda rekabet edebiliriz diye bunları düşünüp tartışız. Bu vesileyle Türk Eğitim Sen’in Rüya Restoranda öğretmenlere yaptığı kadirşinas bir davranışı da belirtmeden geçmeyelim. 23 kasım 2002 Cumartesi günü akşamı öğretmenler günü dolayısıyla, Kamu Sen’e bağlı, Türk Eğitim Sen’in öğretmenlere verdiği iftar yemeğinde, öğretmenler bir araya gelme fırsatı bulmuştur. Türk Eğitim Sendikası yöneticilerine böyle bir günde, öğretmenleri bir araya getirip, tanışıp, dertleşme fırsatı sağladıkları için teşekkür ediyoruz. Bütün öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun.

                                                  ZEHİRLİ GAZ VEYA KİMYASALLI OPERASYON
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

addam’ın yıllarca önce Kürtlere karşı kullandığı Biyolojik ve Kimyasal silahlarla saldırılarında, binlerce kişi ölmüş ve bütün dünyada büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Çünkü bu silahların kullanılması bir insanlık suçu teşkil ediyordu. Öyle de olmalıdır. Dünyanın neredeyse bütün ülkeleri tarafından imza altına alınan kimyasal silahların yasaklanmasına ilişkin kararlara rağmen, hala bu silahlar verilen bütün söz ve taahhütlere rağmen, bazı ülkeler tarafından çekinmeden kullanılmaktadır. Rusya’nın başkentinde bir tiyatroyu basarak tiyatrodaki izleyicileri rehin alan, Çeçen direnişçilere karşı 26.10.2002 günü sabaha karşı uygulanan operasyonda, dünyaca yasaklanan kimyasal silahlar kullanılmıştır. Bu olay Çeçen direnişçilerin haklı mı, haksız mı tartışmalarını bile çoktan gölgede bırakmıştır. Elbette masum insanların her ne sebeple olursa olsun rehin alınmasını ve zarar görmesini hiç kimse tasvip edemez ve etmemelidir de. Bu operasyonda Çeçen direnişçilerle birlikte kendi vatandaşlarını da zehirli gaz ve kimyasal silahlarla katleden Rusya, bir insanlık suçu işlemiştir. Rus halkı, bu suçun hesabını herkesten önce Putin’den sormak zorundadır. Aksi taktirde Putin daha cüretkar olacak ve çok daha büyük insanlık suçu işlemeye devam edecektir. Çeçenistan’da, Çeçen direnişini kırmak için, yıllardan beri uyguladığı kimyasal silah saldırılarını ne acıdır ki Ruslar, kendi başkentinde Çeçenler’le birlikte kendi vatandaşlarına karşıda kullanmıştır. Belki de dünyada böyle katliam niteliğinde bir rehine kurtarma operasyonu bu zamana kadar hiç olmamıştır. Böyle pervasızca, bir katliamlı rehine kurtarma operasyonuna, dünya insanlığı öyle anlaşılıyor ki ilk defa şahit oluyor. Yıllardan beri Ruslar’ın Çeçenistan topraklarında kimyasal silah ve gaz kullandığı, inanılmaz işkenceler yaptığı hep iddia edile gelmişti. Her defasında da bunları Ruslar inkar etmişlerdi. Çeçenler bu iddiaları dillendirseler de dünya kamuoyuna bunu duyuramamışlardı. Görüldü ki bütün dünyanın gözü önünde, Ruslar kırk dolayındaki Çeçen’i yok etmek için yüzlerle ifade edilen kendi vatandaşını bile, gözünü kırpmadan kimyasal gazlarla öldürebiliyor. Kim bilir gözlerden ırak Çeçenistan’da neler yaptı ve neleri yapmaya devam ediyor, bu olayla daha iyi anlaşılmaya başlamıştır. Bu rehine krizinin çözümü için daha insancıl yöntemler bulunamaz mıydı? Elbette bulunurdu ama, Ruslar bir defa karar vermişlerdi, bütün dünyaya güçlerini gösterecek ve kaybolan prestijlerini kurtarmış olacaklardı. Büyüklük iddiasında olan devletler insanlığın yasakladığı, yüz kızartıcı yöntemlerle çözüm arayamaz ve aramamalıdır. Bütün dünya kamu oyu ve ülkeleri, bu insanlık suçuna bigane kalmamalıdır. Saddam’ın elinde hardal gazı ve kimyasal silahlar vb. var diye dünyayı ayağa kaldıran, hatta dünya barışını tehlikeye sokarak, savaşı bile göze alanlar, aynı hassasiyeti bu zehirli gaz ve kimyasallı operasyon içinde göstermelidirler. Dünyamızın zehirli gaz, kimyasal ve nükleer silahlardan arınmış, barış dolu günler geçirmesini diliyoruz. NOT: Bu gün büyük bir sevinç ve coşkuyla kutladığımız Cumhuriyet bayramımız, bütün vatandaşlarımıza kutlu olsun.

***

***

***

  İŞ VE ÜRETİM SEFERBERLİĞİ BAŞLATILMALIDIR

İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

Ülkemizin en temel sorunlarının başında işsizlik ve üretimsizlik gelmektedir. İşsizliğin ve üretimsizliğin kol gezdiği her ülkede, sorunlar çığ misali büyümekle kalmaz toplumun temel dengeleri kökünden sarsılır. Hırsızlık, haksızlık, ahlaksızlık, dolandırıcılık, hortumculuk, güvensizlik, rüşvet, cinnet, cinayet vb. olaylar toplumların temel dayanaklarını birer birer yok eder. Son zamanlarda ülkemizde gördüğümüz manzaralar da bu söylediklerimizden farklı değil. Binlerce gencimiz ne yazık ki en verimli çağlarında işsiz güçsüz dolaşmakta, tam üretici olacakları çağlarda, paha biçilmez o gençlik enerjilerini, kahve köşelerinde harcamak zorunda kalmaktadırlar. Ekonomik kriz içinde yüzdüğümüz şu günlerde, iş hacmi hiç görülmediği şekilde daralmıştır Sadece şu geçtiğimiz iki yıl içinde işi olup da işsiz kalanların sayısı bile iki milyonları aşmıştır. Her yıl doğal olarak da, bir milyon kişinin bu sayıya katıldığını hesaplayacak olursak, bu sözünü ettiğiz son iki yılda işsiz sayısının dört milyonları, toplam işsiz sayısının da bunun en az iki katı olduğunu düşünebiliriz. Böylece işsiz sayısının aşağı yukarı on, on iki milyonu bulduğunu söylersek herhalde pek yanılmış olmayız. Bu kadar işsiz insanı olan bir ülkenin ekonomik dengelerinin alt üst olmaması mümkün değil tabi. Bütün bunların tabii sonucu olarak bir çok vatandaşımız “açız açız” diye bağırmakta, bu canhıraş feryatlar hepimizin yüreklerini parçalamaktadır. Hiçbir insan mecbur kalmadıkça bütün insanların, akrabalarının, tanıdıklarının ve medyanın önünde her şeyi göze alarak böyle bağırması mümkün değildir. Çaresizlik insanlara neler yaptırıyor her gün televizyonlardan üzülerek ve utanarak izliyoruz. Bütün bunlar hepimize birer ders olmalıdır ki, yaptığımız her işi hakkınca, adaletli, yandaş, meslektaş kayırımı yapmadan, istihdama, üretime dönük ve toplum çıkarlarını düşünmek ve de çok çalışmak zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Yapılan her çalışmada her şeyden önce insan mutluluğuna, üretime ve istihdama yönelik hedefler bulunmalıdır. Üretim ve istihdamı hedef almayan çalışma ve projeler, maalesef insanların mutlu olmasına, aş , iş, eş bulmasına ne acıdır ki yardımcı olmuyor. Nasıl ki okuma-yazma seferberliği yapıyorsak, üretim ve iş(istihdam) seferberliği de başlatabiliriz. Bunun için iş kuran ve üretim yapan vatandaşlarımıza, her türlü kolaylığı sağlamalıyız. Bunların başında bürokratik engellerin azaltılması, vergi indirimleri yada vergi muafiyetleri, ucuz yer tahsisi, elektrik, su vb. girdi indirimleri gibi kolaylıklar sağlanmalıdır ki, vatandaşlarımız iş ve üretim yapmaya özendirilsin. Bir ülkede üretim ve iş alanı ne kadar geniş ve gelişmeye müsait olursa, üretim ne kadar yüksek kapasiteye sahip olursa, kalkınma ve gelişmede buna paralel olarak artacaktır. Bu durum ise ülke insanlarının iş sahibi, aş sahibi ve mutlu olması demektir. Ülkemizin bütün fertlerinin hedefi, iş ve üretim seferberliğine girişerek, Kuvva-yı milliye ruhuyla çalışıp, ülkemizi bu girdaptan kurtarmak olmalıdır.

                                                     İSRAF EKONOMİSİNE SON
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

Ülkemizin en büyük problemlerinin başında israf ve israf ekonomisi gelmektedir. Nereye bakarsak bakalım, hatta evlerimizden başlayarak bakacak olursak kıt kaynaklarla elde edilen değerleri nasıl Çar çur ettiğimiz açıkça görülür. İş gücünde, parada, suda, enerjide, zamanda, sağlıkta vb. her alanda inanılamayacak kadar israfın içine batmış durumdayız. Eğer bu fakirlik ve yoksulluktan, geri kalmışlıktan kurtulmak istiyorsak, bütün alanlardaki israfı önleyecek tedbirlerin, hiç zaman geçirilmeden alınması gerekir. Nereye gidersek gidelim, en basitinden bakacak olursak, apartmanların önlerindeki çöp konteynırlarının çevresinde bütün bütün ekmeklerin bayat bahanesiyle atıldığını görürsünüz. Halbuki ülkemizde bir ekmeğe muhtaç insanların sayısı milyonlarla ifade edilmektedir. Nedir bu israf ve lüks çılgınlığı anlamak mümkün değil. Bu durumu her alanda görmek mümkün. Bir çok kurum ve kuruluşlarda sadece kişilere maddi gelir yada ekstradan menfaat sağlamak için, üretime ve verimliliğe hiç mi hiç katkı sağlamayan kişilere özel mesai ve iş sağlama uygulamaları başlı başına bir israf ve haksız kazanç ulufesi haline gelmiştir. Yoksa ülkemizde yeterli para da, kaynak da var. Ancak bu kaynaklar, sen ben, senin benim yakınımsın diye birilerine bir şekilde aktarılmaktadır. Böylece bir kısım insanlar malı götürürken bir kısım insanlarda maalesef yiyecek ekmeğe muhtaç olarak hayatını idameye çalışmaktadır. Ülkemizin kaynakları, tüm insanlarımıza dengeli şekilde aktarılması gerekirken, ahbap çavuş ilişkisiyle belli bazı kesimlere aktarılmaktadır. Dolayısıyla hak, hak sahiplerine gitmemekte ve büyük bir adaletsiz gelir dağılımına da yol açılmaktadır. Buralara aktarılan bu haksız kaynaklar, israf edilen kaynaklardır. Bunların önüne mutlaka geçilmelidir. Eğer bütün kuruluş ve kurumların kaynakları kontrol edilir, denetim altına alınıp gerekli ve zaruri ihtiyaçlara göre harcama yapılabilirse, ülkemiz bu büyük ekonomik krizden, ele güne muhtaç olmadan, çok kısa zamanda ve rahat bir şekilde çıkabilir. Baştan sonuçlanmayacağı belli olan ve gösteriye dönük temel atma ve yatırımların, bundan böyle mutlaka önüne geçilmelidir ki, halkın buralarda israf edilen kaynakları, halkımızın gerçek problemlerinin çözümünde kullanılabilsin. Türk insanının inancında ve kültüründe “israf haramdır” sözü büyük bir yer tutar. Bu sözün ve kıt kaynaklarımızın yerinde değerlendirilmesi ve uygulanması neticesinde, bütün toplum kesimlerinde, kuruluş ve kurumlarında, israfın önüne geçilebilmesi mümkündür. Her sorumlu mevkideki insanlar, halkımızın bu kıt kaynaklarını harcarken, harcama yaptıkları alanların halkımızın refah ve mutluluğuna katkıda bulunup bulunmadığını, halkımızın iş ve aş bulmasına yardımcı olup olmadığını, bu kaynaklarda yetimlerin ve mazlumların hakkı bulunduğunu düşünerek bu harcamaları yapmaları gerekir. İşte o zaman israfın önüne geçilmiş olabileceği gibi, ekonomik dengelerin de daha rahat kurulmasına yardımcı olunacaktır. Aksi taktirde israfla, darlık, yokluk, zorluk, yoksulluk, yolsuzluk, hırsızlık, başkasına kulluk ve sefaletle yaşamaya devam ederiz.

                                                                       SAVAŞ BULUTLARI
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

Dünyanın petrol ve gaz kaynakları bakımından, bir enerji deposu olan Ortadoğu ve yakın doğuda anlaşmazlıklar, saldırılar, savaşlar, kan ve gözyaşı hiç eksik olmamıştır. Bu bölgede yaşayan halklar,bu kadar zengin kaynaklara rağmen, her zaman mağdur, perişan ve sefil olmuşlardır. Sömürgeci ve saldırgan güçler, kendilerince oluşturdukları nüfuz bölgelerini ellerinde tutmak için, her zaman savaşlar çıkarmışlar veya her istediklerinde kaşıyabilecekleri onlarca problem oluşturmuşlardır. Yeri ve zamanı geldiğinde, bunlar bahane edilerek çeşitli baskılar kurarak ve saldırılar düzenleyerek çıkarlarını korumaya çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Dünyanın hakim güçleri, enerji kaynağı olan petrol bölgelerine müdahale edebilmek ve istedikleri zaman bu bölgeye yerleşebilmek için hepimizin bildiği gibi Saddam’ı yıllarca silahlandırdılar. Kuveyt’e saldırttılar. Afganistan’a müdahale edebilmek için, yıllarca önce Ladini oraya gönderip istedikleri zemini hazırlattıkları gibi. Aynı ülkeler Saddam’a toplar, tüfekler ve füzeler sattılar. Sonra da Saddam, dünya için çok tehlikeli silahları elinde bulunduruyor demeye başladılar. Ardından, o halde Saddam yok edilmelidir naraları atmaya başladılar. Peki bu adam bu silahları kimden ve nereden aldı?(Tabi ki onlardan aldı.) Madem Saddam o kadar tehlikeliydi de, neden bu silahları ona sattınız ve desteklediniz? (Tabi ki gelecekte kendilerine öcü lazımdı.) 1990 körfez savaşında kıstırdığınız Saddam’ı o zaman neden tahtından indirmediniz? (Tabi ki bu günler için ellerinde hazır sebep olsun diye.) Çünkü öyle yapsalardı bugün Ortadoğu petrollerinin tamamını ele geçirecek bahane bulamayacaklardı da ondan. Türk insanı olarak, daha 1990 körfez savaşının verdiği sıkıntı ve zararları gideremeden tekrar bölgemizde savaş bulutlarını dolaştırmaya başlamışlardır. Bu savaş bulutlarının serpiştirmeye başladığı ateş şerhaları, ülkemize de düşme ihtimali göstermeye başlamıştır. Bölgemizde çıkabilecek bir savaşın, ülkemizin çıkarlarına olmayacağı konusunda öyle sanıyorum ki herkes hem fikirdir. Böyle kasıtlı ve anlamsız bir savaşın meydana gelmesi, hem bölgemiz ve hem de ülkemizin çıkarlarına olmayacağı kesindir. Bütün bunlara rağmen bizi böyle bir ateş çemberi içine itmek için, Mesut Barzani ve Celâl Talabani’ye bir Kürt devleti bile ilan ettirebilirler. Pek yakında dünyanın çeşitli bölgelerinde belli bazı kritik hedeflere, faili meçhul, bombalama ve suikastlar düzenleyerek kamu oyu ve delil oluşturmaya başlayabilirler. Bu arada özellikle İngiliz oyunları konusunda ülkemizin çok dikkatli olması gerekir. Bütün dünya ülkelerinde baş gösteren savaşa hayır(no war) miting ve gösterileri de gösteriyor ki, insanlık hangi sebeple olursa olsun artık savaş istemiyor. Orta Doğuda savaş çıkarmaya çalışan ABD’ye dünya kamu oyu destek vermediği gibi, büyük gösterilerle karşı da çıkmaktadır. İnsanlık artık kan ve gözyaşı görmekten nefret ediyor. Her milletten, her dinden ve her renkten insanlar, silaha ve savaşa harcanan kaynakların insanlığın refah ve mutluluğu için harcanması için haykırıyor. Bütün insanların ortak dileği olan bu sese, dünyayı yönetenlerin kulak vermesi gerekir. Dünya insanlığı bu gün, adalet istiyor, hürriyet istiyor, gelişme istiyor, mutluluk istiyor, aş istiyor, iş istiyor ve kardeşçe yaşamak istiyor. Bırakın Savaşı, savaş bulutlarını bile görmek istemiyor.

                                                             SEÇİM VE MORÂL
İSMAİL SARIÇAY
e-mail: isaricay@turk.net

3 kasım 2002 pazar günü yapılan genel seçim sonuçlarının tek başına bir iktidar çıkarması, toplumda ve borsalarda moralleri bir hayli yükseltti. Seçimden önce toplumun her kesiminde bir karamsarlılık,ümitsizlik hakimken,seçimlerden sonra bu durum bir hayli kaybolmuş ve bir ümit ışığı yanmaya başlamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bu ümitle ülkemizin içinde bulunduğu derin ekonomik krizden de daha rahat kurtulmamız sağlanacaktır. Seçimlerin tek başına bir iktidar çıkarması, tersine giden işlerin düzeleceği, kararların daha hızlı alınıp uygulanabileceği ve toplumun temel problemlerine daha kolay çare bulunabileceği düşüncesi, insanlarda büyük bir ümit kaynağı olmuştur. Borsanın füze gibi yükselmesi,dövizin ve faizin büyük bir hızla düşmesi halkımızın moralinin nispeten yerine gelmesine neden olmuştur. Böylece toplumumuzda ki karamsarlığın, yavaş yavaş kalktığını ve geleceğe yönelik düşüncelerin berraklaşmaya başladığını görüyoruz. Toplumumuzdaki bu moral düzelmesine, hemen halkımızın işsizlik, aşsızlık, adaletsizlik, haksızlık, hortumculuk vb. gibi problemlerine acil çareler üretilmeye başlanırsa, bu iyimser havayı devam ettirebilme imkanı sağlanmış olacaktır. Bu ümitle yeniden istihdam ve üretim artışına hız verilip, halkımızın gelir düzeyi artırılmakla kalmayıp, milyonlarla ifade edilen işsizler ordusuna iş alanları da oluşturulmaya başlanacaktır. Bütün bu fırsatları iyi değerlendirmek, halkımızın ızdıraplarına tez elden çare bulmak ve ülkemizin bütün kaynaklarını harekete geçirmek gerekiyor. Ülkemiz insanlarının layık olduğu ve hasretini çektiği; -Gelişmiş ve zenginleşmiş, -Fikren ve vicdanen hür, -Temel insan hak ve hürriyetlerini en iyi şekilde yaşayan, -Gelişmiş ülkelerdeki gibi fikir hürriyetine sahip, -İşi ve aşı olan, -Yoksulluk ve fakirliğin ortadan kalktığı, -Haksızlık ve adaletsizliğin olmadığı, -Yaranlığın ve ahbaplığın, benden senden diye kimsenin kayrılmadığı, -Eğitim ve sağlıkta fırsat eşitliğinin sağlandığı, -Su ve elektriklerinin kesintisiz ve kaliteli sağlandığı, -Sokaklarda,kapkaççı terörünün olmadığı ve hırsızlıkların ortadan kalktığı, -Şehir içi ve şehirler arası yollarının delik deşik ve yamur yumur olmadığı, müreffeh ve mutlu bir Türkiye’de yaşamak en temel hakkıdır. Böyle bir manzara yaşamak için halkımız gereğini yapmıştır. Gerisi sorumlulara kalmıştır. Bu arada diyarı Balıkesir’den de şu manzaraları unutmadan yetkililerimize aktaralım. Aşağı yukarı bir ay önce bazı mahallelere(Bahçeli evlerde olduğu gibi) yeni su şebekesi bağlamak amacıyla sokak ve caddeler kazıldı. Borular döşendi. Döşendi ama çukurları, şu yağışlı günlerde hala çamur içinde duruyor ve ana caddeler dışındaki yerler maalesef asfaltlanmadı. Burhan Erdayı İlköğretim Okulu çevresindeki sokaklar gibi. Yeni şebeke boruların bir kısmının konutlara bağlandığı, bir kısmının ise,konutlara giriş boruları bulunamadığı gerekçesiyle açıkta ve sokaklara uzatılmış şekilde öylece bırakıldığı görülmektedir. Vatandaşlarımızın bize baş vurarak köşemizden bu durumun dile getirilmesi ve yetkililere duyurulması istenmiştir. Duyuruyoruz. Sorunlarının ekseriyetle çözüldüğü, düzenli ve medeni bir şehirde yaşamak öyle sanıyorum ki hepimizin tabii hakkıdır. Türk halkının gelecekten endişe duymayan, iş ve aş kaygısı taşımayan, temiz bir çevrede, mutlu ve moralinin yüksek olduğu günlere kavuşması dileğiyle.

                                                            AVRUPA BİRLİĞİ VE BİZ
İSMAİL SARIÇAY
E-mail:isaricay@turk.net

200 yıldan beri rüyamız Avrupalı olmaktı. Tanzimat ile başlayan Avrupalı olma, Avrupalı gibi gelişme veya Avrupalı gibi yaşama hayallerimiz, 2000’li yıllarda hala devam etmekte ve bir türlü de gerçekleştirilememektedir. Avrupalı, bir defa bizi Avrupalı olarak görmemektedir. Bunu açık açık da ifade etmektedirler. Hepimizin şahit olduğu gibi, 12-13 aralık 2002 tarihlerinde yapılan Kopenhag zirvesinde yine Avrupa bizi kapı dışında beklemeye aldı. Tabi yine Avrupa kulübü dışında kaldık. Ümitler yine başka bahara kaldı. Bütün bu çabalarımıza rağmen, her nedense, ne Avrupalı olabildik, nede gelişebildik. Belki biraz Avrupalı gibi yaşamaya çalıştık ama, maalesef Avrupalı gibi çalışıp üretemediğimiz için onu da başaramadık. Avrupa’nın, ne kadar terk ettiği, demode olmuş alışkanlık ve yaşam tarzı varsa, onları alıp Avrupalı olduğumuzu zannettik. Fakat o da tutmadı. Biz Türk milleti ve özellikle Türk aydınları olarak, Avrupalılığı Çalışma disiplininde, üretimde, düşüncede, özgürlükte, insan hak ve hürriyetlerinde, ilim ve teknoloji geliştirmede değil de, Avrupalı gibi yemede, içmede, müzikte, giyim ve kuşamda aradık. Ne yazık ki sonuç ortada. Halbuki daha sekiz on yıl önce Komünizm’in tasallutundan kurtulan, aç ve sefil halde olan Polonya, Estonya, macaristan vb ülkelerle Güney Kıbrıs Rum kesimi gibi ülkeler, çok kısa sürede kalkınarak ve gelişerek, bizi, kişi başına düşen milli gelirde, kat kat sollayıp bugün Avrupa birliği üyesi oldular. Adını ettiğimiz bu ülkeler doksanlı yılların başından bu tarafa öyle bir atılım gerçekleştirdiler ki, kişi başına düşen milli gelirleri üç yüzlü-beş yüzlü dolarlarla ifade edilirken, şu anda bizi üçe, beşe katladılar. Peki biz ne yaptık bu zamana kadar, üç bin dolar dolaylarına kadar çıkardığımız kişi başına düşen milli gelirimizi, 2.260 dolara düşürdük. İşte fark bu. Avrupa birliğine alınmasına karar verilen bazı ülkelerle, ülkemizi kıyaslayacak olursak, aşağıdaki acıklı manzara karşımıza çıkıyor. İşte adını ettiğimiz ülkelerde kişi başına düşen milli gelir ve biz. Kıbrıs Rum kesimi :16.000 dolar Çek Cumhuriyeti :12.900 dolar Slovenya :12.000 dolar Macaristan :11.200 dolar Slovakya :10.200 dolar Estonya :10.000 dolar Polonya :8.500 dolar. Letonya :7.200 dolar Litvanya :7.300 dolar Türkiye :2.260 dolar Ayrıca kısa zaman sonra AB’ye katılmaya aday olan Bulgaristan ve Romanya gibi ülkelerin ise kişi başına düşen milli gelirleri 6.000 dolarlara ulaşmıştır. Bu tabloda Türkiye’nin yeri burada olmamalıydı. Bu gün, onbeş Avrupa birliği üyesi ülkenin, kişi başına düşen, milli gelirden aldığı pay ortalama 21.000 dolardır. Peki her türlü kaynağa ve jeopolitik avantajlara sahip olan ülkemiz neden 20.000 dolarlarda değil de, 2.000 dolarda anlamak mümkün değil. Hepimizin şapkamızı önümüze koyup, enine boyuna düşünmemiz gerekir. Nerelerde hata yapıyoruz? Avrupalıdan önce kendi kendimizi sorgulamalı ve acı da olsa hatalarımızı tespit edip, yaptığımız hatalardan geri dönmesini bilmeliyiz. Yüz yıllarca zenginliğin, adaletin, insan hak ve hürriyetlerinin temsilciliğini yapmış olan Türk milleti, Avrupa kapılarında bekletilmek bir tarafa, bir çekim merkezi olma istidadına sahiptir. Yeter ki biz, bir birimizle didişmeyi bırakıp, her türlü potansiyelimizi değerlendirip, dünya ile yarışmayı yeğleyelim. Yeter ki biz, her türlü maddi ve manevi kaynaklarımızı harekete geçirmesini bilelim ve uygulayalım. Yeter ki biz, disiplinli çalışmasını, üretmesini ve her alanda rekabet etmesini bilelim. Yeter ki biz, toplumumuzun önündeki gelişmemizi engelleyen, bütün maddi ve manevi engelleri hiçbir kesimden kuşku duymadan kaldırıp, insanlarımızın önünü açalım.

                                                 SONUNDA CİNNET TOPLUMU HALİNE GELDİK
İSMAİL SARIÇAY
E-mail:isaricay@turk.net

Gün geçmiyor ki televizyonlardan insanın kanını donduran görüntüler izlemeyelim. Kimileri kendini yüksek bina ve boğaz köprüsünden aşağıya bırakıyor, kimileri var beynine silahını dayayıp kendini vuruyor, kimileride var ki karısını ve çocuklarını kurşuna dizip ondan sonra kendi canına kıyıyor. Hele şu 10 ekim 2002 günü televizyonlardan izlediğimiz son olay var ki, görüp de irkilmemek mümkün değil. Bir adam bütün insanların ve kameraların önünde karısını önüne yatırıp, kendini kaybetmiş bir halde, ha bire karısına bıçak darbeleri indirerek, bıçağı adeta kabağa saplar gibi saplamaktadır. Televizyonlarını izlerken insanların göz yaşlarının akmasına sebep olan, eşi ve benzeri görülmemiş bu öfke ve cinnetin görüntüleriydi izlediğimiz. Bu görüntüler insan aklına zarar. Dışarıdan görüldüğü kadarıyla bu cinnetin sebebi, İşsizlik, yoksulluk ve açlık. Bu olayın herkesi derin derin düşündürmesi gerekir. Bu tip olayların temelinde, daha çok ekonomik sıkıntıların geldiği herkesin malumu. Bu gün halkımız ekonomik olarak büyük bir sıkıntı ve çöküntü içerisindedir. Bu sıkıntı ve çıkmazlar insanları canından bezdirmiş, en ufak bir anlaşmazlık veya sürtüşmede ya silahlar yada bıçaklar konuşuyor. Tez elden halkımızı buhrana sürükleyen yoksulluk, işsizlik, adaletsizlik vb. sıkıntılardan kurtaracak gerekli tedbirlerin alınması gerekir. Yine başka bir olaya bakıyorsunuz buna benzer manzaralar görüyorsunuz. Hırsızın biri, bir eve girip hırsızlık yapıyor, hırsızlık yaptığı evde karşısına çıkan bütün ev ahalisinin hepsini bıçak darbeleriyle yerlere seriyor. Allah aşkına nedir bu yaşananlar. Toplumumuzun bir travma geçirdiğini artık dağdaki çoban bile biliyor. Ahlaki çöküntüyle birlikte, İnsanların ekonomik olarak yaşadıkları sıkıntılar, akla hayale gelmeyecek olayların meydana gelmesine sebep oluyor. İnsanlar, eğer ekmek parası bulmakta zorlanıyorsa ve aç kalıyorsa, gördüğümüz ve şahit olduğumuz gibi akla ve mantığa sığmayan olayların olması her zaman muhtemeldir. Anadolu’da bu durumu veciz bir şekilde ifade eden bazı deyimlerimiz vardır hani. “Aç köpek fırın deler”, “Açlık sofuluğu bozar”, “Aç ayı oynamaz” vb. sözler boşuna söylenmemiştir. Sorumlular, İnsanları ne sebeple olursa olsun, bir dilim ekmeğe muhtaç ve açlıkla karşı karşıya bırakmayacak tedbirleri almalı ve uygulamalıdır. Zenginler, çevresindeki insanları görüp gözetmeli ki, toplumumuzdaki gelir farklılıkları bir nebze de olsa tolare edilsin. Girişimcilerin ve toplumumuzun önündeki gelişmeye ve iş kurmaya mani, bütün fiziki ve bürokratik engeller kaldırılarak, istihdam hacmi artırılmalıdır ki,kişiler birer ekmek kapısı bulabilsin. Hatta iş kurup da 2-3 kişi çalıştıran insanlar ödüllendirilsin ki, herkes istihdam oluşturma yarışına girsin. Bulgaristan, Romanya ve Macaristan gibi ülkelere gidip yatırım yapmak zorunda bırakılan girişimcilerimize, gerekli kolaylık ve teşvikler sağlanarak kendi ülkemizin insanlarına istihdam olanaklarının oluşturulması sağlansın. Böylece her vatandaşımızın kimseye muhtaç olmadan, çoluğunun çocuğunun nafakasını temin edebilecek bir iş alanı oluşturulabilsin. Dünyanın en güzel coğrafyasına, verimli ve zengin kaynaklarına sahip olan ülkemizde, kaynaklarımızın yeterince değerlendirilememesi neticesinde, böyle manzaraların yaşanması tüm halkımızı derinden yaralamaktadır. Yoksa bizler Türk toplumu olarak, yoksulluk ve fakirliği, hele hele cinnet toplumu olmayı hiç mi hiç hak etmedik.

                                                      POLİTİKA’DA 1 YIL VE 11 EYLÜL
İSMAİL SARIÇAY
E-mail:isaricay@turk.net

Bundan tam bir yıl önce 11 eylülde, yani bu gün, şehrimiz Balıkesir’in etkili ve saygın gazetelerinden “Politika gazetesi”nde, “Gözlem” adını taşıyan köşemizde ilk yazımızı yayınlamış ve seçkin Politika okurlarıyla ilk defa tanışmıştık. Geriye dönüp baktığımızda, bir yıl içinde yaklaşık 90 makale ve araştırma yazısı yazmışız. Bu zaman zarfında okurlarımızın gösterdiği ilgiye ve yaptıkları yapıcı ve yol gösterici eleştirilere teşekkürlerimizi arz etmeyi bir borç biliyoruz. Geçen bir yıl içinde kaleme aldığımız yazılarımızda, hiç kimseyi hedef almadan ve hedef göstermeden, herkesin kişilik haklarına saygılı olarak, empatik bir yaklaşımla yazılarımızı yazmaya çalıştık. Çeşitli olayları kendi penceremizden değerlendirmeye alıp irdeledik. Geçen bu bir yıl içinde, Politika gazetesi yönetici ve çalışanlarından büyük destek ve yakınlık gördük. Ayrıca bütün Politika ailesinin her türlü görüş ve düşünceye açık ve demokratik bir anlayışla yaklaşmaları, takdire şayan bir davranıştır. Hepsine bütün okuyucularımın huzurunda teşekkür ediyor başarılar diliyorum. Bizim, Politika gazetesinde yazı yazmaya başlamamızın yıl dönümü olan 11 eylül günü, yani bu gün, hepimizin bildiği gibi A.B.D’de bulunan ikiz kulelere yapılan saldırıların da yıl dönümüdür. Bu vesileyle tekrar bu terörist saldırıları lanetliyoruz. Bu saldırıların yıl dönümü dolayısıyla, kısaca dünyayı sarsan bu olayı, satır başlarıyla tekrar hatırlamakta fayda var. A.B.D’deki bu saldırılar, bütün dünyada büyük bir yankı uyandırmış, hatta bir çok insan şaşkına dönmüş halde, olayları anlamaya çalışırken, bir çok spekülasyonlar da yapılmıştı. Fakat bu saldırıların A.B.D gibi bir dünya lideri devlet içinde nasıl yapıldığı, hele CIA gibi bir istihbarat teşkilatının bundan nasıl haberdar olmadığı bir çok şüphelere neden olmuştu. Olayın arkasında, Afganistan’da bulunan Ladin’in ve ona bağlı Taliban’ın bulunduğu açıklanmış ve bunun üzerine A.B.D Afganistan’a saldırı düzenlemiştir. Bu saldırılar sonunda, Afganistan’da yönetimi elinde bulunduran Taliban devrilerek, Taliban dönemi sona erdirilmiştir. Ancak O gün bugündür, gerçek anlamda saldırıları kimin, niçin, nasıl yaptığı, dünya kamu oyunu tatmin edecek şekilde, gerçek delilleriyle ortaya konamamıştır. Bu olay öyle gözüküyor ki yakın zamanda da ortaya çıkacağa benzememektedir. Öyle anlaşılıyor ki, bu olayın gün yüzüne çıkması, diğer bazı olayların meydana gelmesine kadar üstü örtülü kalacağa benzemektedir. Ortaya çıkması gereken olay, A.B.D ile İsrail ne zaman karşı karşıya gelirse,bir başka ifadeyle çıkarları çatışıp birbirleriyle hasım olurlarsa, işte o zaman bütün dünya belki gerçekleri öğrenebilecek. Çünkü bu saldırıların gerçek sebeplerini bu iki devlete bağlı yetkililer ve istihbarat güçleri bilmektedirler. Onun dışındakiler spekülasyondur. Bu gün saldırıların 1.yıl dönümü kutlanacaktır. Özellikle A.B.D’de ve bütün dünyada terör kınanacak, lanetler okunacaktır. Dileriz söylenenler lafta kalmaz pratiğe geçer. Yine dileriz ki, hiçbir devlet, kuruluş veya kişi kendi çıkarları için terörü desteklemez. Masum insanların ölmelerine ve zarar görmelerine meydan vermezler. Çeşitli çıkarlar elde etmek ve saldırı düzenlemek için, bahane olarak terör ve teröristler icat edilmez. Terör ve terörizmden en çok zarar gören Türk halkıdır. Terörizmin ne demek olduğunu her halde dünyada bizden daha iyi bilen ve anlayan yoktur. Çünkü Türk milleti otuz bin yiğit evladını bu insanlık dışı, vahşi terörizm de kaybetmiştir. Onun için bütün dünya ülkeleri, kuruluş ve kişileri, kime karşı yapılırsa yapılsın, terörizmi hoş karşılamamalı, desteklememeli ve arkasında durmamalıdır.