İNSANLIK
SUÇU İŞLENİYOR
İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net
Saddam’ı ve terörü bahane ederek, Irak’a özgürlük ve medeniyet getirme
vaadiyle işgal edenler, eşi ve benzeri görülmemiş işkencelere imza
atıyorlar.
Benzer gerekçelerle Filistin’de de çoluk çocuk, kadın, yaşlı, sakat demeden
öldürülüyor, evleri başlarına yıkılıyor.
Tüm
dünyanın gözü önünde, insanlar topluca katledilip, insanlık suçu işleniyor,
kimse dur diyemiyor.
Her
gün televizyonlardan yeni yeni ortaya çıkan, insanı insanlığından utandıran
işkence fotoğraflarını ve kamera görüntülerini izliyoruz.
Bu
işkence fotoğrafları insanın kanını donduruyor. İnsanın insana yaptığına
bak, bunları yapanlarda mı insan demekten kendimizi alamıyoruz.
Vahşice öldürdükleri insanların cesetleriyle, utanmazca mutluluk!
fotoğrafları çektiriyorlar. Bunlar birde medeniyetin temsilcileri sayıyorlar
kendilerini.
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavarlar bunlar olsa gerek.
Düğün evlerine bombalar yağdırarak, çocuk, kadın demeden onlarca insanı
katlediyorlar.
Bütün dünya da bunlara ne hüzün vericidir ki ses çıkaramıyor. Savaş ve
insanlık suçu işleniyor kimse dur diyemiyor.
Bu
insanlık dışı vahşet karşısında, insan hakları kuruluşlarının ne sesi
çıkıyor, nede varlıklarından bihaber.
İnsan hakları temsilcileri yoktan bahanelerle, yıllarca
Türkiye’yi defalarca denetlemeye gelip, en ağır şekilde kınarken, Irak’taki
ve Filistin’deki bu vahşi katliamlar karşısında sus pus oldular.
Dünyada savaşları ve uluslararası haksızlıkları önlemek
amacıyla kurulan BM ise, Irak ve Filistin’in işgali ve yapılan katliamlar
karşısında her nedense bu görevini unutmuş gözüküyor.
Filistin’de insanlar topluca katledilirken ve evleri
başlarına buldozerlerle yıkılırken, hiçbir tetbir alma girişiminde
bulunmuyor, bulunamıyor.
Her nedense başka ülkelerin en ufak hatalarında, hemen
ambargolar devreye girerken burada hiç biri akla gelmiyor.
Bu zamana kadar haklı haksız bir çok ülkeye dünya çapında
ambargolar devreye sokulurken, burada sessiz kalınıyor.
Neden?
Tüm dünyaya Nazilerin kendilerine yaptıklarını anlata anlata
bitiremeyen İsrail, damdan düşmüş bir devlet olarak, Filistinlilere
uyguladıkları bu zalimce vahşeti ve devlet terörünü uygulamamaları gerekmez
mi?
Fakat görülüyor ki, Hitler’in kendilerine yaptıklarının
intikamını Filistin halkından çıkartıyorlar.
Fakat tarih şahittir ki hiçbir zalimin zulmü payidar
kalmamıştır. Bu dehşet verici görüntüler dünya kamuoyu ve bölge halklarının
şuur altına bir daha silinmemecesine kazınmaktadır.
Bu katliamlar elbette ilelebet sürmeyecek ve bir gün bir
şekilde son bulacaktır. Hepimizin bildiği Kazıklı Voyvodanın, o iğrenç
işkence biçimi olan kazığa oturtma uygulamaları, insanlık tarihine bir kara
leke olarak nasıl kazındıysa, ABD ve İsrail’in yaptığı bu insanlık onurunu
ayaklar altına alan işkence ve katliamları da, bir kara leke olarak hiçbir
zaman unutulmamak üzere tarih sayfalarına kazınacaktır.
Bu ülkelerin gelecek nesilleri de, bu utanç sayfalarıyla her
zaman yüz yüze yaşamak zorunda kalacaklardır.
Bu lekelerden kurtulmak için, en büyük görev ABD ve İsrail
halkına düşmektedir. Artık bu insanlık dışı katliamlara daha fazla sessiz
kalmamalıdırlar.
Tarihte kendi geçmişlerine yapılanları, kendi yöneticilerinin
de başkalarına aynısını yapmalarına müsaade etmemelidirler.
Irak ve Filistin’deki bu insanlık dramına, başta BM ve bölge
ülkeleri olmak üzere bütün dünya ülkeleri kayıtsız kalmamalıdır.
Bu gün bu katliamlar onların başınaysa, yarın aynı durum
kendi başlarına da gelebilir.
Irak’ta, Filistin’de yaşananlar bir insanlık dramı olduğu
kadar, aynı zamanda bir savaş ve insanlık suçudur.
Dünya kamuoyu bu insanlık
dışı vahşi, iğrenç, insanlığı utandıran işkence ve katliamlara dur
demelidir, diyebilmelidir.
MESLEKİ TEKNİK EĞİTİM S.O.S VERİYOR İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net
Ülkelerin
kalkınmalarının temel şartlarından biri tartışmasız,yeterli ve vasıflı insan
gücüdür. Bu insan gücünün yetiştiği zeminlerin başında da,Mesleki ve Teknik
eğitim veren, Mesleki ve Teknik eğitim okulları gelmektedir. Bir ülke,gençlerini,ülke gerçeklerini göz önünde bulundurarak,ihtiyaç
duyulan meslek alanlarında yetiştiremez ve bu alanlara gerekli yatırımı
yapmazsa geri kalmaya mahkum demektir. Ülkemizde uzun yıllardan beri Mesleki
ve Teknik eğitim,genel eğitimin %30’u oranında olduğu,geri kalanın ise genel
liselerden oluştuğu söylenip durmuştur. Bu durumun tersine olması
gerektiği,yani %70 mesleki,geri kalanın ise genel liseler şeklinde olması
gerektiği tezi savunula gelmiştir. Yukarıda söylenenler doğrudur. Ancak doğru olan
ve doğru olduğu kadarda isabetli olan bu düşünce,ne yazık ki son yıllarda
YÖK tarafından yapılan bazı düzenlemelerle,Mesleki Teknik eğitim okullarının
gözden çıkarıldığı manası anlaşılabilecek uygulamalar devreye girmiştir.
Bunların başında üniversiteye girişte,meslek okulları mezunlarına getirilen
kısıtlamalar gelmektedir. Bunun neticesinde birçok bölüm kapanmış veya
kapanmayla karşı karşıya kalmıştır. Öğrenci sayısı gözle görülür bir şekilde
azalmış,neredeyse bir çok bölümde öğretmenler öğrencisiz kalmıştır. Teknik ve Endüstri meslek lisesi Makine bölümünü
bitiren bir öğrenci maalesef mesleğinin devamı olan Makine
mühendisliğine,Bilgisayar bölümünü bitiren bir öğrenci Bilgisayar
mühendisliğine v.b. giremediği halde,genel lise mezunlarına bütün bu kapılar
ardına kadar açılmıştır. Halbuki bu teknik dallar,mesleki ve teknik eğitim
okullarından mezun olan öğrencilere,ek puanlar da verilerek teşvik
edilmeli,üç ile beş yıllık temel meslek eğitimi alan gençleri, bu hayati
alanlara yönlendirilmeleri,hem pratiği,hem de teoriği iyi bilen daha
kaliteli mühendislerin yetişmesi sağlanmalıdır. Mesleki Teknik eğitime öğrenci alınırken,hiçbir yere
giremeyen öğrenci değil,tersine Fen liseleri ve Anadolu liselerinde olduğu
gibi seçme öğrenciler alınmalıdır. Çünkü teknoloji üretecek insanları
yetiştirmenin yolu,teknolojiyi üretebilecek yetenek ve kabiliyetteki
gençlerle olacaktır. Ayrıca Mesleki Teknik okullarımızın hem kalitesi
yükselecek,hem de buraları bitiren öğrencilerimiz okullarını bitirir
bitirmez istihdam olanağına kavuşacaklardır. Böylece mesleki teknik eğitimin
geleceği aydınlanacak,aileler çocuklarını bu okullara yerleştirmek için var
güçleriyle yarışacaklardır. Mesleki Teknik eğitim okullarına, çağın gerektirdiği,
araç, gereç ve teçhizatın sağlanması gerekmektedir. Bu gün bu okullarımızda
genellikle klasik makine ve teçhizatlarla eğitim öğretim yapılmaktadır.
1960-1970’li yıllarda piyasadan ileri olan okullarımız,maalesef günümüzde
çok gerilere düşmüş,piyasadan ileri olmayı bırakınız,piyasadaki teknolojik
gelişmeleri takip edemez duruma düşmüştür. Halbuki bu okullarımız birer
fabrika gibi çalışmalı,hem araştırmalı,hem de öğrencisi ve öğretmeniyle
birlikte bütün personeline ek katma değer sağlayacak üretim yapılmalıdır.
Siz o zaman görün mesleki teknik eğitim okullarının durumunu. Yıllardan beri günün şartlarına uymayan 3423 sayılı döner sermaye
talimnamesinin köklü değişikliğe uğramadan uygulanmasına devam
edilmesi,öğretmen,teknisyen ve öğrencilerin çalışma aşklarını kırmış,adeta
çalışanları caydırıcı bir özellik kazanmıştır. Bu durumun da, acilen
çalışanların lehine olacak şekilde yeni baştan düzenlenmesi,teşvik edici bir
güç oluşturacaktır. Ülkemizde 1999 verilerine göre
mesleki ve teknik orta öğretim kurumlarında hiç de ihmal edilemeyecek kadar,
öğretmen,öğrenci ve okul sayısı mevcuttur. Bir fikir olması bakımından
bunları vermekte fayda vardır(*). Okul türü Okul sayısı Öğrenci sayısı Öğretmen sayısı Okul türü
Okul sayısı Öğrenci sayısı
Öğretmen sayısı
Erkek Teknik 1091
369.947 23.291
Kız
Teknik 636 102.397
13.019
Ticaret ve
Turizm 650 237.360 10.642
Din
Öğretimi 605 178.046
18.702
Diğer (**)
387 61.754 6.864
TOPLAM 3.369
949.504 72.518
(*)Tuncer
Çetinkaya-Meslek liselilerin dramı(Araştırma). (**)Özel eğitim ve öğretim kapsamındaki meslek liseleri ve diğer
bakanlıklara bağlı meslek liseleri.
Bu kadar toplum kesimini ilgilendiren hayati bir
alanı, ihmal etmemek,problemlerine acil çözümler bulunması düşüncesini
taşıyoruz. Mesleki Teknik Eğitimin ülkemizin kalkınmasında Motor görevi yaptığını
akıllardan çıkarmadan,gerekli önlemlerin çok geç kalmadan,alınması zamanının
geldiğine inanıyoruz. *** *** ***
TERÖRÜN BÖYLESİ... İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net Aman Allah’ım bu ne dehşet. On bir eylül günü
dünya eşi görülmemiş bir terör hareketi yaşadı.Neydi o A.B.D.’de yüz on
katlı dünyanın en yüksek binalarına çarpan uçakların meydana getirdiği
dehşet görüntüleri.İnsanların o ürperten çığlıkları. Ardı ardına toz duman
içinde yok olup giden o dev kuleler. İnsanların çaresizlik içinde
pencerelerden ya kendilerini aşağıya bırakarak yada imdat feryatları atarak
bütün insanlığın gözü önünde çaresizlik içinde kalması. Böylesini dünya hiç
yaşamadı -Nedir bu vahşet? -Bunu yapanların amacı neydi? -Kimden ne istiyorlardı?
-Neden bu yola başvuruyorlardı? -Hiç mi vicdan sahibi değillerdi? -insanlıktan hiç mi haberleri yoktu bu insanların? -Amaçları bazı ülkeleri karşı karşıya getirmek miydi? -Dünyada dinler arası savaş çıkarmak mıydı? Neden? Neden? Neden? Bu terörü yapanlar mutlaka ama mutlaka yakalanıp gereken ceza
verilmelidir.Nerede ve kim olursa olsun bunları bulmak ve adalete teslim
etmek bütün insanlığın borcu olmalıdır. Ülkemiz yıllarca aynı dehşeti defalarca yaşadı.On
beş yıl Türk anaları teröre binlerce evlatlar şehit verdi.Terör acısını en
iyi bilen ve yaşayan Türk insanıdır.Onun için A.B.D.’ki bu terör hareketini
en iyi Türk insanı anlar.Bu terör dehşetini telin ediyorum.Dünyada bu tip
vahşetlerin bir daha tekrarlanmamasını diliyorum. Bu terör olayı karşısında dünyanın aldığı
pozisyon umut vericidir.Hemen hemen bütün ülkeler terör karşısında güç
birliği içine girmişlerdir. Yıllarca ülkemiz bütün dünyaya çağrı yaparak terör karşısında işbirliği
yapılmasını istemiş ama bir çok ülke buna çeşitli nedenlerle yanaşmamıştır.
Hatta bazı ülkeler teröristlere özgürlük savaşçısı olarak bakmış ve gizliden
gizliye silah,finansman v.b yardımlarda bulunmuştur. Yıllarca dış elçiliklerimizde bulunan insanlarımız Ermeni terör
örgütlerince öldürülmüş kimsenin sesi çıkmamıştır.PKK tarafından otuz bin
insanımız hunharca katledilmiş kimsenin kılı kıpırdamamıştır. Dileriz bu son
olay herkesi uyarmış olsun. Teröristin sağı-solu,Hıristiyanı-Müslümanı-Yahudisi,
beyazı-siyahı olmaz. Kim olursa olsun gerekli deliller bulunarak yapanlardan
mutlaka hesap sorulmalıdır. Son olayda alelacele, hemen teröristler elde
kesin bilgiler olmadığı halde ilan edildi. Sanık sandalyesine de Müslümanlar
oturtuluverdi.Bunun örneğini daha öncede görmüştük. Oklahoma olayında da
hemen teröristler belirlenip ilan edilmişti.Bunlar Müslümanlardı. Kısa süre
sonra gerçek ortaya çıktı.Gerçek terörist bir A.B.D vatandaşıydı.Yanlış olan
taraf şurada.Sanık sandalyesine herhangi bir dinin oturtulmasıdır. Ermeni teröristler Türk elçilik görevlilerini
öldürdüğünde,hiç kimse bu saldırıyı Hıristiyanlar yaptı demedi.
Hıristiyanlığı sanık sandalyesine oturtmadı. Peki A.B.D.’ki bu olayda niçin
hemen İslam sanık sandalyesine oturtulmak isteniyor.Velev ki teröristler
Müslüman çıksa bile. Ben bu gibi yanlışlıkların önüne geçileceğini dünya
kamu oyunun sağ duyusuna da güvenerek düzeltileceğine inanıyorum. Bu terör olayı basit bir olay değildir.Bu kadar gizli ve organizeli
bir hareketi yapmak kolay değildir..Hele A.B.D gibi bir devlette. CIA gibi
bir istihbarat örgütünün bundan haberi olmaması mümkün değildir.Üstelik bu
olayı gerçekleştirmek için birkaç günlük organize ve eğitimde yeterli
değildir.Yıllar gerektirir.Ayrıca dört tane uçak aynı anda kaçırılacak,uzun
süre uçacak,peş peşe intihar saldırıları yapacak da bundan CIA’nın haberi
olmayacak.Doğrusu bunu benim aklım kabul etmiyor.Bu olayı yapacak güç demek
ki CIA’dan da daha güçlü bir organizeye ve gizliliğe sahiptir. Ayrıca teknolojik olanaklarının da mükemmel olduğu
kanısındayım. Bunun üzerinde durulmasında fayda olduğuna inanıyorum. Tüm insanlığa terörsüz günler dileğiyle.
*** *** ***
1000 YIL ÖNCESİNE DÖNÜŞ MÜ?
İSMAİL SARIÇAY e-mail:isaricay@turk.net Yaklaşık bin yıl önce batıdaki insanlar doğu ülkelerinin çeşmelerinden
Bal,ırmaklarından altın ve inciler akıyor diye inandırılıp,bunlara sahip
olmak için bütün Hıristiyan halkları haçlı seferlerine hazırlamışlardı.
Büyük ordular kurulup, Müslüman ülkelere, adına Haçlı seferleri denilen
kanlı saldırılar düzenlenmişti. Bin yıl sonra,çok yakın zamanda Papa II.jan
Paul, tarihteki bu acı olayları kastederek, bütün İslam aleminden Haçlı
seferleri için özür dilemişti. Aslında en doğrusunu yapmıştı. Bu davranış
dinler arası diyalog ve barış için önemliydi. Ne yazık ki,son A.B.D’de meydana gelen terörist
saldırıların sonunda(Bu saldırıları daha önceki yazımızda şiddetle telin
etmiştik),A.B.D başkanı Bush, verdiği talihsiz bir demeçte “Haçlı seferi”
düzenlemekten bahsetmektedir. Her ne kadar sonradan yanlış anlaşıldığını
söylediyse de,dünya lideri kabul edilen birisinin tarihin karanlık
sayfalarında kaldığını sandığımız haçlı zihniyetini bizlere tekrar
hatırlattı. Dileğimiz bu sözlerin gerçekten yanlış anlaşılmış olmasıdır.
Yoksa A.B.D dünyadaki saygınlığına ve güvenirliğine gölge düşürmüş
olacaktır. Çünkü tarihte yaşanılan o saldırılarda Avrupa’dan Kudüs’e kadar
taş taş üstünde ve baş baş üstünde bırakılmamıştı. İnsan düşünmeden edemiyor. Acaba orta Asya’da ve Orta
Doğuda bulunan petrol borularının içinden akan siyah petrol altın,bütün yer
altı kaynakları da uranyum ve elmas mı? olarak kabul edilip,bunlara sahip
olmak için yine haçlı seferlerinden bahsediliyor. Artık bu tip düşünceler şu
modern dünyada konuşulup dillendirmeyi bırak, akla bile getirilmemelidir.
İnsanlık bu tip tarihin acı sayfaları arasında kalan olayları artık yaşamayı
bırak, hatırlamayı bile istemiyor. Belli inançtaki insanları potansiyel suçlu olarak kabul etmek
kadar yanlış ve tehlikeli bir düşünce olamaz.İnsanların inançlarıyla
oynanmamalı,inançları ulusal ve uluslararası çıkarlar için kullanmamalı,bu
yüzden insanlar karşı karşıya getirilmemelidir. Dolayısıyla dünya barışında
sorumluluğu olan devletler ve kişiler daha dikkatli olmak zorundadır. Marjinal kişi ve grupların yaptığı terör dolayısıyla bütün bir
devleti,milleti veya dini hedef almak,suçlamak,hatta daha da ileriye giderek
toptan imha hareketine girişmek, yanlış olduğu gibi insan haklarına da,
uluslararası hukuka da aykırıdır. Kendi koyduğumuz kuralları çiğnemek ve
tanımamaktır. Teröre,terörle karşılık vermek yerine,uluslararası hukuk
kuralları işletilmelidir. Bütün insanlık,maddi ve manevi çıkarlar için terörizmi ve her türlü savaşı
araç olarak kullanmayı reddetmeli,bu konuda sesini yükseltmeli,terör ve
savaş çığırtkanlarına fırsat vermemelidir. *** *** ***
SENDE Mİ BERLİSCONİ? İSMAİL SARIÇAY
E-Mail:isaricay@turk.net
Son zamanlardaki demeç ve söylemlerden öyle
anlaşılıyor ki batı insanının kafasındaki haçlı düşüncesi bin yıldır hiç
değişmemiş,şuur altında taptaze durmaktadır. Düne kadar PKK terör örgütüne
ve terörist başına kol kanat geren,hatta aylarca bütün dünyanın gözü
önünde,kendi ülkelerinde birinci sınıf insan muamelesi yapan İtalyan
yöneticileri,bugün tarihten gelen bütün kinlerini de ortaya çıkararak
Müslüman ülkelere hakaret etmekte,terörist saymakta ve medenileştirmek için
fetihlerden(haçlı seferinden) bahsetmektedir. 1.dünya savaşından sonra batılı müttefikler Anadolu’ya
medeniyet götürüyoruz bahanesiyle yurdumuzun çeşitli bölgelerini işgal
etmişlerdi.Demek ki bu düşünce hiç mi hiç değişmemiş. Bugün yine
bakıyoruz,tarihte nice acılara ve yıkımlara neden olmuş,o tehlikeli
düşünceler açık açık ifade edilmektedir Terörizm konusun da dünya bir sınav
geçirmektedir.Kimlerin iki yüzlü(Çifte standartlı) olup olmadığını daha iyi
anlamak mümkün olmaktadır. Dün APO’yu ülkesinde koruyup kollayanların bugün terör
konusunda hiç mi hiç konuşmaya hakları yoktur. Dünya çapında meydana gelen
terör karşıtı işbirliği nedeniyle İtalya’dan da,teröre verdiği desteğin
hesabı sorulmalıdır.Hiç olmazsa Türkiye olarak biz bunu gündeme
getirip,İtalya’nın sicilindeki bu kirli dosyaları dünya kamu oyuna bu
vesileyle duyurmalıyız. 1999 yılında Türk halkının İtalya’ya gösterdiği
tepkiler ne kadar haklı ise,İtalyan Başbakanının bu günkü sözleri de o kadar
haksızdır.Aynı zamanda suçluluk psikolojisinin bir ürünü olduğuna inanıyorum
ve sende mi Berlisconi demekten kendimi alıkoyamıyorum. Daha çok değil iki yıl önce 1999
yılında,ülkemizde otuz bin insanın canına kıyan terör örgütüne ve terörist
başına, ev sahipliği yapmış İtalya’nın, şimdiki Başbakanı Berlisconi,
Müslüman ülkeleri fetih sözleriyle dünya terörizmini hortlatmak
istemektedir. Bu yaklaşım Faşist ve ırkçı bir yaklaşımdır. Bu tip
yaklaşımların tarihte nelere mal olduğunu bilmem açıklamaya gerek var mı?
Terörizm konusunda susması gereken birileri varsa bunların başında da İtalya
gelmektedir. Lütfen susun Berlisconi.1999’u daha unutmadık. *** *** ***
ÇOCUKLAR
AĞLAMASIN. İSMAİL SARIÇAY E-mail:isaricay@turk.net
Zamanımızda savaşa karşı çıkmak ne
yazık ki suç olmaya başladı.Savaşa taraf olmak neredeyse meziyet haline
geldi.Her şeye rağmen bütün insanlık savaşa karşı sesini yükseltmek
zorundadır.Dün olduğu gibi,bu günde maddi,manevi çıkar elde etmek ve
çıkarlarını korumak isteyenler hemen silaha sarılıyor.Belki de dünya silah
devleri ve silah tacirleri böyle istiyor.Ne yapıp edip bir bahane yaratıp
savaşlar çıkarıyorlar. Bütün dünya kamu oyu, barış konusunda her şeye rağmen fikir ve güç birliği
yaparak,bu gibi tehlikeleri daha doğmadan önleyebilme kabiliyetine artık
ulaşmalıdır sanırım.İnsanlık artık problemlerini silahla çözme
yöntemlerinden vazgeçmeli, politik ve karşılıklı hakkaniyet içerisinde çözüm
yolları bulabilmelidir.İnsanlığın bu gün ulaştığı medeniyet içerisinde,
bütün anlaşmazlıklar savaşa gitmeden çözülebilmelidir diye düşünüyorum. Savaşların en büyük yıkım ve zararı her zaman çocuk,kadın ve yaşlılar
üzerine olmuştur.Hele o çocukların feryatlar içinde ağlamaları ve göz
yaşları yok mu günlerce rüyalarımıza girmekte,onların yas ve
figanları,sefalet ve göz yaşları yüreklerimizi dağlıyor. Her savaş zamanında büyüklerimizden hep şu sözlerini işitiriz.”Allah
düşmanımız da olsa savaşı kimseye göstermesin”.Biz Türk milleti olarak yüz
yıllarca ya savaş içinde yada savaşların hep yanı başında bulunmuşuz. Her
zaman analarımız ağlamış,yaslar tutmuş,ağıtlar yakmış ve çekilmez çilelere
katlanmıştır.Ne yazık ki analarımızın ve çocuklarının göz yaşları oluk oluk
akmış sel olmuştur. Daha dün denecek kadar yakın olan Kıbrıs savaşında, Bosna’da, Çeçenistan’da
ve Kosava’da insanların yine insanlara neler yaptıklarını hepimiz gördük ve
yaşadık. Ne acıdır ki son günlerde televizyonlarda yine aynı sahneleri
görmeye başladık. Yine savaşın o soğuk yüzünü,Afganistan’lı anaların ve
çocukların haykırışlarında,göz yaşlarında kahrolarak izliyoruz. Evinden
ocağından olmuş insanlar,dağda,bayırda ve yollarda perişan halde,aç,susuz,
yalınayak,başıkabak,yıkık ve dökük de olsa kendi ev ve yurtlarını bırakarak
bilinmeyen bir geleceğe doğru akın akın göç ettiklerine şahit olmaktayız.
Kundak ve beşikteki o çocukları gördükçe kahrolmamak mümkün değil.İnsanların
insanlara yaptıklarını gördükçe artık midemiz bulanıyor,psikolojimiz
bozuluyor. Büyüklerin yaptıkları hatalardan dolayı niye hep çocuklar mağdur oluyor. Bu
anlaşmazlıklarda çocukların günahı ne? Niye hak etmedikleri halde faturanın
büyük kısmı çocuklara çıkarılıyor,anlayan varsa beri gelsin. İnsanlık bu gibi savaş felaketlerinden ne zaman kurtulacak bilmiyorum
ama,her şeye çare bulan insanlık, bu modern çağda, eski çağlardan beri
hükümranlığını sürdüren savaşa da alternatif bir çözüm yolu bulması
gerektiğine inanıyorum. Anaların ve çocukların göz yaşı dökmeyeceği,bütün insanlığın huzur ve güven
içinde yaşayacağı bir dünya barışının olmasını,çocuklarımızın anasız,babasız
büyümemesini ve ağlayan çocukların göz yaşlarına bir daha şahitlik
yapmamamızı diliyorum. *** *** ***
ÖZÜR DİLİYORUZ ÇOCUKLAR İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net
Amerika, Afganistan, terör, savaş
derken "Dünya çocuklar günü" güme gitti galiba. Dünyanın bu gündemi dışında
başka bir şey düşünemedik ve göremedik malesef. 20 Ekim 1959 yılında
Birleşmiş Milletler Teşkilatı yaptığı bir toplantıda her yılın Ekim ayının
ilk Pazartesi gününü "Dünya çocuklar günü" olarak kabul etmişti. O yıldan
beri de bütün dünyada Ekim'in ilk Pazartesi günü "Dünya çocuklar günü"
olarak kutlana gelmiştir.
20 Ekim 1959 yılında, Birleşmiş milletlerin aldığı bu kararlarda neler vardı
birkaç tanesini hatırlayalım. - Çocuklar ırk, dil, din ve milliyet farkı gözetilmeden her yerde
korunmalıdır. - Çocuklara parasız ve zorunlu ilköğretim verilmesi zorunludur.
- Çocukların maddi ve manevi olarak güvenlik içinde büyümesi için önlemler
alınmalıdır. - Engeli çocuklar, özel bakıma muhtaçdır. Bunun için gerekli önlemler
alınmalıdır. - Çocuklar her türlü zulüm ve kötülüklere karşı korunmalıdır.
*********** gibi önemli kararlar alınmıştır.
Ne yazık ki alınan bu kararlara rağmen her zaman çocuklar mağdur olmuştur.
Savaşlarda, terör saldırılarında, göçlerde, kıtlıkta, yoksullukta hep
çocuklar zor duruma düşmüşlerdir. Büyükler olarak bizler, malesef
çocuklarımıza güzel bir gelecek hazırlayıp bırakamadık.
Çocuklarımıza rahat ve huzur içinde yaşayacakları ne bir çevre, ne de onlara
dünya standartlarında bir eğitim imkanı ve de yarınlara ümitle
bakabilecekleri bir gelecek bırakabildik. Daha doğmadan üzerlerine binlerce
dolar borç yükledik. Üstelik insan gibi beslenebilmeleri için yeterli besin
kaynaklarından da mahrum bıraktık.
Geleceğimizi teslim edeceğimiz çocuklarımızı ruhen, zihnen ve fizik olarak
en iyi şekilde yetiştirmemiz gerekirken büyük çoğunluğunu ihmal ettik. Bunun
sonucunda da bir çok çocuğumuzu ya köprü altlarında çaresizlik içinde
bıraktık yada alkol, uçucu madde koklama (bali, tiner vb.) ve uyuşturucu
madde kullanma gibi kötü alışkanlıklar edinmelerine zemin hazırladık.
Çocukların çalışması ve çalıştırılması yasak olmasına rağmen, o küçücük
yaşlarında onları çalışmak zorunda bıraktık. Dünyada milyonlarca
çocuğumuzu, adaletsiz gelir dağılımı, sömürü, savaş, iç çatışma ve
ülkelerinin ekonomik sıkıntılarından dolayı en temel hakları olan eğitim,
beslenme, korunma vb. gibi ihtiyaçlarından mahrum bıraktık. Onlara
ayıracağımız kaynakları, onları, eğitimsiz, aç susuz, yetim ve öksüz
bırakacak silahlara aktardık.
Ne yazık ki biz büyükler olarak, çocuklara geleceklerinden emin, barış ve
huzur içinde bir dünya bırakamadık. Onları hergün savaş ve terör korkusu,
eğitimsizlik, açlık ve sefalet korkusuyla başbaşa bıraktık. Evet
çocuklar, kabul ederseniz sizden özür diliyoruz.
Biz malesef görevimizi yapamadık. *** *** ***
ENGELLER DURMAK İÇİN DEĞİL... İSMAİL SARIÇAY
e-mail:isaricay@turk.net
Ülkemizde iş
sahalarının az,ekonomik durumumuzun ve çapının küçük olması, yeni yetişen
insanlarımıza iş bulmakta bizleri oldukça zorlamaktadır. Artık devlet
kapısının da istihdam yönünden hayli daralması işsiz kalma riskini büsbütün
artırmakta,kişilerin kendi işlerini kurmaktan başka çarelerinin olmadığının
farkına varması gerektiğini, herkesin bilmesi gerekmektedir. Genç arkadaşlarımız,eğer herhangi bir meslek okuluna
gitmediyse,ilköğretim veya genel liselerden mezun olan gençlerimiz, kendi
kendini yetiştirmek ve mutlaka bir meslek sahibi olmak zorundadır.
Dolayısıyla kendi işini kendisinin kurmasını başarabilecek yetenek ve
kabiliyetleri kazanma formüllerini, bulmaktan başka çare olmadığını
kabullenerek, her türlü imkânı değerlendirmek mecburiyetindedirler. Zamanımızda meslek edinme fırsatları oldukça
artmış olup,kişilere düşen bu fırsatlardan kabiliyetine göre bir meslek
dalını seçmesi,kararlılıkla seçtiği mesleği öğrenmesi gerekmektedir. Mesleği
olmayan, bir başka deyimle vasıfsız insanların iş bulabilmesi artık imkansız
olmaya başlamıştır. Görüyoruz ve yaşıyoruz ki,İş için hangi kapıyı
çalarsanız çalınız ilk soru mesleğiniz nedir olmaktadır. Bu gün bir çok endüstri meslek lisesinde ve halk
eğitim merkezlerinde,gündüz, akşam ve hafta sonları olmak üzere bir çok
meslek dalında kurslar düzenlenmektedir. İşsiz ve vasıfsız gençlerimizin bu
meslek kurslarından kabiliyetine uygun istediği bir dalı seçmesi ve buna
sistemli olarak devam etmesi gelecekleri açısından önemlidir. Ayrıca boş
gezmekten kurtulmuş,ekonomik ve sosyal yönlerden de kendilerini yetiştirmiş
olacaklardır. Gençlerin devam edip kısa yoldan
edinebilecekleri meslek gruplarından bazılarını şöyle sıralamak mümkündür. 1-Bilgisayar 2-Elektrik 3-Elektronik 4-Sıhhı tesisat 5-Tornacılık 5-Kaynakcılık v.b meslek dallarından birisine, akşam veya hafta sonları
devam etmek suretiyle kısa yoldan bir meslek sahibi olma fırsatını
değerlendirmiş,hemde kendi işini kurabilecek nitelikte,bir meslek dalında
kendisini yetiştirmiş olacaktır. Ayrıca kahve köşelerinin o
miskin(tembellik) havasından kurtulmuş,işsizliğin verdiği boşlukta,edinme
ihtimali bulunan birçok kötü alışkanlıklardan da uzak kalmış olacaklardır. Bu gün birçok şehir merkezinde özel
bilgisayar kursları açılmış veya açılmaktadır. Buralarda gece,gündüz ve
hafta sonları bilgisayar kullanımı,bilgisayar programcılığı gibi meslek
edinme kursları verilmektedir. En kısa yoldan meslek edinebilmek için bu
bilgisayar kursları da büyük bir fırsattır. Yüz altmış saatlik bu bilgisayar
kurslarına devam etmek suretiyle M.E.B. onaylı sertrifika almakla bilgisayar
işletmeni olmak, oldukça kolay bir yoldur. Yakın çevremizde gördüğümüz birçok genç bu sayede iş
bulabilmekte,hatta bilgisayar alanında iş yeri açmakla kalmayıp başka
insanlara da istihdam alanı meydana getirmektedirler. Öyle gençler tanıyorum ki bu alanda,
büyük iş alanları kurup,bulundukları mahalde söz sahibi olmuşlar,birkaç
yılda işveren pozisyonuna gelmişlerdir. İnsan isterse istediği başarıyı yakalayabilir. Hayatta başarısızlık diye bir
şey yoktur aslında. Başarısızlık dediğimiz şey sadece sonuçlardır
diyebiliriz. İnsan için engeller, durmak için değil, aşmak için olduğuna
inanmışımdır her zaman. Önemli olan insanın kendisini başarıya göre
programlamasıdır.
Görülecektir ki insan isterse, hedefler tek tek gerçekleşecek,hatta
başkaları için bu başarılar mucize olarak görülmeye başlanacaktır. Yeter ki
insan kendi kendini, sahip olmak istediği mesleğe veya alana programlayıp
başarmaktan başka çaresinin olmadığına inandırsın.
Başarıya göre kendisini hazırlamayan insanlar, bir başka deyimle
başarısızlığa kendisini inandıranlar, vasat olmayı garanti altına alan
insanlardır. Mark Twain bir sözünde, bu konuda şöyle diyor;”Genç bir
karamsarın görüntüsünden daha acıklı bir görüntü olamaz”. Bu sözün altına
imza atmamak mümkün değil. Bugün gençlerimizin
büyük bir kısmında benim gördüğüm,çalışmadan kazanmak,hem de çok
kazanmak,buna mukabil herhangi bir sıkıntıya veya çabaya da maruz kalmamak
düşüncesi hakimdir. Çalışmadan kazanmak mümkün olmadığına göre,çalışabilmek
için her türlü şartı hazırlamak gerektiğine inanıyorum. Gece demeyip, gündüz
demeyip, kendi geleceğimizi kendimiz hazırlamak zorundayız. Başaramamaktan
ve hata yapmaktan korkmamalıyız. Çünkü insan,düştüğünü fark ederse ayağa
kalkar. Aksi taktirde insan hata yaparım diye bir şey yapmıyorsa hem
ekonomik,hem sosyolojik hem de psikolojik olarak büyük girdaplara
sürüklenir. Bunun sonucu da sefalettir,yoksulluktur,fakirliktir,buhranlar ve
çıkmazlardır.
Gençlere hatırlatmak istediğim şudur. Azim ve kararlılığın,sabırla
çalışmanın çözemeyeceği,altından kalkamayacağı hiçbir zorluğun olmadığını
bilmeleri,kendilerini başarmaktan başka çarelerinin alternatifi
bulunmadığına inandırmaları yeterlidir. *** *** ***
OKUYAMAMANIN FATURASI İSMAİL SARIÇAY
E-mail:isaricay@turk.net
Her gün bir intihar edeni veya cinnet geçireni televizyonlardan irkilerek
izliyoruz. Toplumumuz ve insanlarımız her gün biraz daha karamsarlığa,
ümitsizliğe,yalnızlığa ve çıkmazlara itiliyor. Hiçbir Allah’ın kulu da
bunlar nedir ,neye işarettir deyip ne çare üretiyor, nede çözüm buluyor.
Toplumun nereye sürüklendiğini maalesef göremiyor ve okuyamıyoruz.Her gün
büyük harflerle gözümüze gözümüze sokulan bu olaylar toplumumuzun büyük bir
buhrana sürüklendiğini,çöküşe doğru yol aldığını apaçık ifade ederken
sorumlular maalesef bu gidişe bir çözüm bulamıyor,bulamadığı gibi de
üzerinde pek de durmuyor. Bir gün bakıyorsunuz T.B.M.M
bahçesinde bir simitçi kendini ağaca asıyor,diğeri bir apartmanın sekizinci
katından bütün insanlara ibret olacak şekilde atlıyor,bir başkası boğaz
köprüsünden kendini aşağıya bırakıp intihar ediyor,başka biri en değerli
varlıkları olan çoluğunu çocuğunu kurşuna diziyor veya kesiyor,bir başkası
başbakanlığın önünde kendini yakmaya çalışıyor veya zincire vuruyor ama
bunlar neden oluyor diye ne yazık ki kimse ne düşünüyor nede köklü çözümler
bulmaya çalışıyor. Kimi işsizlikten,kimisi borcunu
ödeyememekten, kimi derdine çere bulamamaktan,kimisi evine götürecek ekmek
parası bulamamaktan bunalıma girmekte ve istenmeyen sonuçlar ortaya
çıkmaktadır. Toplumumuz büyük bir çözülmenin eşiğindedir.Moral
değerleri aşındırılmış,sosyal ve psikolojik olarak anafora
uğratılmış,ekonomik olarak ise büyük tonajlı bir pres altına sıkıştırılmış
Türk insanı, bir çıkış yolu bulamaz ve düşünemez duruma
getirilmiştir.Milletimizin büyük çoğunluğu yarınlarından ümidini kesmiş,
dayanacağı ve güveneceği ne bir dostu ne de tutunacağı bir dal kaldığına
inanıyor artık. Yarınından emin olmayan insanlar,moral
değerlerini de kaybettiğinden, hayata bakış açısı olumsuz yönde değişime
uğrayarak,büyük bir karamsarlığa ve ümitsizliğe kapılarak tek çare olarak
kendi hayatına yanlış ve tehlikeli de olsa maalesef son verebiliyor.Acı
gerçek bu. Biz bu intihar olaylarının hikayelerini hep
Avrupa’ya gidip gelenlerden dinlerdik.Oralardaki intihar kuleleri
anlatılır,bizde şaşkın şaşkın dinlerdik.Nasıl olurda insanlar kendi kendini
öldürebilir diye.Çünkü ülkemizde bu tip olaylara yakın zamanlara kadar çok
az rastlanırdı.Zaman zaman basında çıkan Avrupa menşeli bu tip haberlerde
Türk insanının intihar sıralamasında dünyada son sıralarda olduğu yazılır
çizilirdi. Avrupa’lılara göre bunun sebebi de Türklerin moral değerlerine
çok sıkı bağlı olmasından kaynaklanıyordu. Toplumumuzu daha da çıkmazlara
sürüklemeden gerekli her türlü tedbirler alınarak ekonomik ve moral yönünden
rahatlaması sağlanmalıdır. Özellikle gençlerimizi, milli ve moral değerlerimizle donatarak,onlara bu
değerlerimizin her türlü sıkıntıya,zorluğa, çaresizliğe ve yokluğa karşı bir
direnç kaynağımız olduğunu bilmelerini,altından kalkılamayacak hiçbir
problemin olmadığını,her türlü problemin şöyle veya böyle bir çözümümün
bulunduğu konusunda uyarmamız ve onları hayata karşı daha dirençli kılmamız
gerektiğine inanıyorum.Genç insanlar ümitlerle yaşar.Onlara ümit verecek
geleceğe güvenle bakacak, kaynaklardan mahrum bırakmayalım. Toplumumuzda meydana gelen bu gerilim
ve sıkıntıları iyi okuyup,sebep ve sonuç ilişkilerini iyi
değerlendirip,toplumumuzun değer yargılarını bir saniye bile hatırdan
çıkarmadan, her düzeydeki insanların bunlara çare üretmeleri,çözüm yolları
göstermeleri ve uygulayıcılarında bunlardan faydalanarak ilmin ve
teknolojinin ulaştığı çözüm metotlarıyla icraya koymaları gerekir.Yoksa
gidiş iyiye işaret değil,faturalar altından kalkamayacağımız kadar ağır
olabilir. *** *** ***
OKUYAMAMANIN
FATURASI İSMAİL SARIÇAY E-mail:isaricay@turk.net
Her gün bir intihar edeni veya
cinnet geçireni televizyonlardan irkilerek izliyoruz. Toplumumuz ve
insanlarımız her gün biraz daha karamsarlığa, ümitsizliğe,yalnızlığa ve
çıkmazlara itiliyor. Hiçbir Allah’ın kulu da bunlar nedir ,neye işarettir
deyip ne çare üretiyor, nede çözüm buluyor. Toplumun nereye sürüklendiğini
maalesef göremiyor ve okuyamıyoruz.Her gün büyük harflerle gözümüze gözümüze
sokulan bu olaylar toplumumuzun büyük bir buhrana sürüklendiğini,çöküşe
doğru yol aldığını apaçık ifade ederken sorumlular maalesef bu gidişe bir
çözüm bulamıyor,bulamadığı gibi de üzerinde pek de durmuyor. Bir gün bakıyorsunuz T.B.M.M bahçesinde bir simitçi kendini ağaca
asıyor,diğeri bir apartmanın sekizinci katından bütün insanlara ibret olacak
şekilde atlıyor,bir başkası boğaz köprüsünden kendini aşağıya bırakıp
intihar ediyor,başka biri en değerli varlıkları olan çoluğunu çocuğunu
kurşuna diziyor veya kesiyor,bir başkası başbakanlığın önünde kendini
yakmaya çalışıyor veya zincire vuruyor ama bunlar neden oluyor diye ne yazık
ki kimse ne düşünüyor nede köklü çözümler bulmaya çalışıyor. Kimi işsizlikten,kimisi borcunu ödeyememekten, kimi derdine çere
bulamamaktan,kimisi evine götürecek ekmek parası bulamamaktan bunalıma
girmekte ve istenmeyen sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Toplumumuz büyük bir çözülmenin eşiğindedir.Moral değerleri
aşındırılmış,sosyal ve psikolojik olarak anafora uğratılmış,ekonomik olarak
ise büyük tonajlı bir pres altına sıkıştırılmış Türk insanı, bir çıkış yolu
bulamaz ve düşünemez duruma getirilmiştir.Milletimizin büyük çoğunluğu
yarınlarından ümidini kesmiş, dayanacağı ve güveneceği ne bir dostu ne de
tutunacağı bir dal kaldığına inanıyor artık. Yarınından emin olmayan insanlar,moral değerlerini de kaybettiğinden, hayata
bakış açısı olumsuz yönde değişime uğrayarak,büyük bir karamsarlığa ve
ümitsizliğe kapılarak tek çare olarak kendi hayatına yanlış ve tehlikeli de
olsa maalesef son verebiliyor.Acı gerçek bu. Biz bu intihar olaylarının hikayelerini hep Avrupa’ya gidip gelenlerden
dinlerdik.Oralardaki intihar kuleleri anlatılır,bizde şaşkın şaşkın
dinlerdik.Nasıl olurda insanlar kendi kendini öldürebilir diye.Çünkü
ülkemizde bu tip olaylara yakın zamanlara kadar çok az rastlanırdı.Zaman
zaman basında çıkan Avrupa menşeli bu tip haberlerde Türk insanının intihar
sıralamasında dünyada son sıralarda olduğu yazılır çizilirdi. Avrupa’lılara
göre bunun sebebi de Türklerin moral değerlerine çok sıkı bağlı olmasından
kaynaklanıyordu. Toplumumuzu daha da çıkmazlara sürüklemeden gerekli her türlü tedbirler
alınarak ekonomik ve moral yönünden rahatlaması sağlanmalıdır. Özellikle gençlerimizi, milli ve moral değerlerimizle donatarak,onlara bu
değerlerimizin her türlü sıkıntıya,zorluğa, çaresizliğe ve yokluğa karşı bir
direnç kaynağımız olduğunu bilmelerini,altından kalkılamayacak hiçbir
problemin olmadığını,her türlü problemin şöyle veya böyle bir çözümümün
bulunduğu konusunda uyarmamız ve onları hayata karşı daha dirençli kılmamız
gerektiğine inanıyorum.Genç insanlar ümitlerle yaşar.Onlara ümit verecek
geleceğe güvenle bakacak, kaynaklardan mahrum bırakmayalım. Toplumumuzda meydana gelen bu gerilim ve sıkıntıları iyi okuyup,sebep ve
sonuç ilişkilerini iyi değerlendirip,toplumumuzun değer yargılarını bir
saniye bile hatırdan çıkarmadan, her düzeydeki insanların bunlara çare
üretmeleri,çözüm yolları göstermeleri ve uygulayıcılarında bunlardan
faydalanarak ilmin ve teknolojinin ulaştığı çözüm metotlarıyla icraya
koymaları gerekir.Yoksa gidiş iyiye işaret değil,faturalar altından
kalkamayacağımız kadar ağır olabilir. *** *** ***
GÜNEŞ IŞINLARI İSMAİL SARIÇAY e-Mail: isaricay@turk.net
Milletleri millet yapan,tarihten
gelen maddi ve manevi değerleri ve bunların ilelebet gelişmelere paralel
olarak özünü kaybetmeden değişip gelişmesi ve daima yaşatılmasıdır
diyebiliriz.Toplumlar kendi öz değerlerini kaybetmediği müddetçe tarih
sahnesinden,o milleti hiçbir güç silemez ve silememiştir. Bunun en canlı
örneği Türk milletidir.Beş bin yıldır bütün badireleri öz değerlerini
koruyarak ve yaşatarak atlatmış ve bu günlere gelmiştir. Milletler ne zaman ki öz değer ve ideallerini kaybederse dünya üzerindeki
uluslararası saygınlığını ve etkisini de kaybetmekle karşı karşıya kalır.
Türk milleti de beş bin sene tarih sahnesinde söz sahibi olduysa bunu yüksek
ideal ve insani hedeflere borçludur.Hun ve Osmanlı devletinde olduğu gibi.
Hun devleti Hakanlarından Mete Han’a zamanının ileri gelenleri,Çin içlerine
kadar dayanan sınırları kastederek şöyle derler.”Ulu hakanım topraklarımız
oldukça genişledi,yeteri kadar büyüdük,hedef neresi,hala nerede duracağız?”
dediklerinde,Mete Han;“hedef,güneş ışınlarının yayıldığı her yer”
diyerek,bütün kainatı hedef olarak göstermesi boşuna değildi.Toplumunu daima
çalışmaya ve gelişmeye,dünyada söz sahibi olmaya motive ediyordu. Onun için
Hun devleti zamanının dünya devletiydi.Güneş ışınlarının yayıldığı yerlere
biz ulaşamadık belki ama,bizim koyduğumuz hedeflere(Ay ve bazı yıldızlara)
ulaşanlar, ne yazık ki bizim dışımızdaki toplumlar oldu. Keza söğütte kurulan Osmanlı beyliğinin de hepimizin bildiği o yüksek
idealleri sayesinde dünya devleti olduğudur. Bu örnekleri verirken hiçbir
zaman saldırgan olalım,ülkelerin topraklarını topraklarımıza katalım
düşüncesiyle vermedim.Dünyaya hakim olma,eskisi gibi tek başına topla
tüfekle olmuyor artık.Bu günün dünyasında böyle bir şey düşünmek de her
halde aptallık olur.Yüksek hedefi olan milletler ve insanlar ancak gelişir
ve dünya üzerinde söz sahibi olabilirdi diye düşünüyorum.Eğer bu gün A.B.D
dünya devletiyse,bütün dünyayı yönetme ve düzenleme ideallerinden
kaynaklandığından dolayıdır ki bir komutla herkesi hizaya getirebiliyor. A.B.D, Avrupa,Rusya ve Japonya, güneş ışınlarının yayıldığı yıldızlararası
yarışta varsa toplumlarına verdikleri o yüksek ideal,moral ve çalışma
sayesinde gerçekleştirmektedirler. Bu gün dünya oldukça küçüldü.Dünyayı bu kadar küçülten de bilim ve
teknolojinin ulaştığı seviyedir. Dünya bir köy haline geldi.Aşağı mahallede
bir olay olsa yukarı mahallede nasıl hemen duyuluyorsa dünya köyü de aynı
durma geldi.Dünyanın öbür ucunda bir olay olsa anında bütün dünyada
yankılanıyor.Eğer bu köyde muhtar olamıyorsak bari,ihtiyar heyeti üyesi
olalım. Türk insanının bugün büyük ideallere ihtiyacı olduğuna inanıyorum.Ekmek
kavgası dışında yapacakları olduğunu düşünüyorum. Ülkemiz bu günün
dünyasında bilimde, teknolojide ve üretimde dünya ülkeleriyle yarışabilecek
heyecan ve çalışma aşkında olması gerekirken maalesef büyük bir karamsarlık
ve güvensizlik içindedir. Türk milleti olarak bu durumdan kurtularak kendi
Hinterlandımız içinde olan Orta Asya’ya verilmek istenen düzende söz sahibi
olmak,önümüzdeki yüzyıl,hatta bin yılı şekillendirecek gelişmelere biçare
kalmamalıyız. Bu günün hesaplarıyla uğraşmak değil, gelecek yüzyıl veya
yüzyılların hesaplarını yapmak zorundayız. *** *** ***
ÇOCUKLAR AĞLAMASIN
İSMAİL SARIÇAY E-mail:isaricay@turk.net Zamanımızda savaşa karşı çıkmak ne yazık ki suç
olmaya başladı.Savaşa taraf olmak neredeyse meziyet haline geldi.Her
şeye rağmen bütün insanlık savaşa karşı sesini yükseltmek
zorundadır.Dün olduğu gibi,bu günde maddi,manevi çıkar elde etmek ve
çıkarlarını korumak isteyenler hemen silaha sarılıyor.Belki de dünya
silah devleri ve silah tacirleri böyle istiyor.Ne yapıp edip bir
bahane yaratıp savaşlar çıkarıyorlar. Bütün dünya kamu oyu, barış konusunda her şeye rağmen fikir ve güç
birliği yaparak,bu gibi tehlikeleri daha doğmadan önleyebilme
kabiliyetine artık ulaşmalıdır sanırım.İnsanlık artık problemlerini
silahla çözme yöntemlerinden vazgeçmeli, politik ve karşılıklı
hakkaniyet içerisinde çözüm yolları bulabilmelidir.İnsanlığın bu gün
ulaştığı medeniyet içerisinde, bütün anlaşmazlıklar savaşa gitmeden
çözülebilmelidir diye düşünüyorum. Savaşların en büyük yıkım ve zararı her zaman çocuk,kadın ve
yaşlılar üzerine olmuştur.Hele o çocukların feryatlar içinde
ağlamaları ve göz yaşları yok mu günlerce rüyalarımıza
girmekte,onların yas ve figanları,sefalet ve göz yaşları
yüreklerimizi dağlıyor. Her savaş zamanında büyüklerimizden hep şu sözlerini işitiriz.”Allah
düşmanımız da olsa savaşı kimseye göstermesin”.Biz Türk milleti
olarak yüz yıllarca ya savaş içinde yada savaşların hep yanı başında
bulunmuşuz. Her zaman analarımız ağlamış,yaslar tutmuş,ağıtlar
yakmış ve çekilmez çilelere katlanmıştır.Ne yazık ki analarımızın ve
çocuklarının göz yaşları oluk oluk akmış sel olmuştur. Daha dün denecek kadar yakın olan Kıbrıs savaşında, Bosna’da,
Çeçenistan’da ve Kosava’da insanların yine insanlara neler
yaptıklarını hepimiz gördük ve yaşadık. Ne acıdır ki son günlerde
televizyonlarda yine aynı sahneleri görmeye başladık. Yine savaşın o
soğuk yüzünü,Afganistan’lı anaların ve çocukların
haykırışlarında,göz yaşlarında kahrolarak izliyoruz. Evinden
ocağından olmuş insanlar,dağda,bayırda ve yollarda perişan
halde,aç,susuz, yalınayak,başıkabak,yıkık ve dökük de olsa kendi ev
ve yurtlarını bırakarak bilinmeyen bir geleceğe doğru akın akın göç
ettiklerine şahit olmaktayız. Kundak ve beşikteki o çocukları
gördükçe kahrolmamak mümkün değil.İnsanların insanlara yaptıklarını
gördükçe artık midemiz bulanıyor,psikolojimiz bozuluyor. Büyüklerin yaptıkları hatalardan dolayı niye hep çocuklar mağdur
oluyor. Bu anlaşmazlıklarda çocukların günahı ne? Niye hak
etmedikleri halde faturanın büyük kısmı çocuklara
çıkarılıyor,anlayan varsa beri gelsin. İnsanlık bu gibi savaş felaketlerinden ne zaman kurtulacak
bilmiyorum ama,her şeye çare bulan insanlık, bu modern çağda, eski
çağlardan beri hükümranlığını sürdüren savaşa da alternatif bir
çözüm yolu bulması gerektiğine inanıyorum. Anaların ve çocukların göz yaşı dökmeyeceği,bütün insanlığın huzur
ve güven içinde yaşayacağı bir dünya barışının
olmasını,çocuklarımızın anasız,babasız büyümemesini ve ağlayan
çocukların göz yaşlarına bir daha şahitlik yapmamamızı diliyorum. *** *** ***
BİR DAHA BÖYLE BİR YIL
YAŞAMAYALIM İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk. net 2001 yılı her yönden,hem ülkemiz
için,hem de halkımız için maalesef acı ve sıkıntı dolu bir yıl
olarak hatırlanacak. Ülkemizin düştüğü ekonomik kriz toplumun bütün
kesimlerini derinden etkilemiş,işsizlik,sefalet maalesef diz boyu
olmuştur. Birçok iş alanı kapısına kilit vurmuş,üretim
durmuş,işsizler ordusuna milyonlar eklenmiş,insanlar bir dilim ekmek
için birbirlerini ezercesine dağıtılan yardımlardan kapma
manzaraları yaşanmıştır. Kuraklık bir taraftan,banka ve devlet
imkanlarını hortumlamalar diğer taraftan,pahalılık ve enflasyon
canavarı bir başka yönden insanları canından bezdirmiştir. 1990’lı yıllarda oluşan çalışma,üretme veya bir şeyler yapma
heyecanı kaybolmuş,herkeste bir ümitsizlik,korku ve güvensizlik
almış yürümüştür. Anadolu kaplanları diye adlandırılan Türk
insanının müteşebbüs gücü ve hareketi yok edilmiş,o çalışma ruhu ve
heyecanı söndürülmüş,kaplanlar adeta kediye dönmüş,hatta yavrusu
bile kalmamış, hepsi ne yazık ki sönüp yok olmuştur. Sadece kala
kala parası olanların kat kat faiz rantıyla paralarına para
eklemeleri,elleri devletin ve halkın cebinde olanların
hortumlamaları kalmıştır. Paramız dünyanın tanınmayan,hatta devlet olduğunu bile
bilmediğimiz,duymadığımız küçücük ülke paraları karşısında bile
utanç derecesinde değersizleşmiş olması,hepimizi derinden üzmüş,İMF
denilen “dünya para devleti”nin her dediğini yapmak zorunda
kalışımız ne yazık ki onurumuza dokunmuştur. Ne acıdır ki başka
alternatif de bulamamamız bizi bu hallere düşürmüştür. Görünen o ki
2002 yılı da, daha zorlu geçeceğe, sıkıntılarımıza sıkıntı
ekleneceğe benzemektedir. 2001 de Üretim, eğitim, sağlık, sosyal
yapı,güven,işsizlik,gelir düzeyi ve dağılımı,ülke ekonomisinde
küçülme dibe vurmuş,ancak enflasyon,pahalılık,faiz rantı,
hortumlamalar,sosyal huzursuzluk ise tavana fırlamıştır. Bütün
bunlar insanların mutsuzluğunun işareti olsa gerek. Halkımızın bütün
bunları hak etmediğine inanıyorum. Dileriz 2002 böyle olmaz. *** *** ***
İNSAN HAKLARINDA ÇOCUK İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turknet
Birleşmiş Milletler
teşkilatı 10 aralık 1948 yılında, her yılın on aralık gününü “dünya
insan hakları günü” olarak kabul etmiştir. Her yıl bu gün,dünyanın
çeşitli ülke ve şehirlerinde konferans,panel,bildiri v.b
etkinliklerle kutlanmaktadır. Ne acıdır ki bütün bu etkinliklere
rağmen insan hakları ihlâlleri hala bütün dünyanın gündeminden
düşmemektedir. Bu olumsuz uygulamalara rağmen,bütün insanlar kendi
haklarını bilmesi gerekir ki haklarına sahip çıksın ve korusun. Biz
de bir önceki yazımızda bunu geniş şekilde yazdık. Ancak biz bugünkü
yazımızda ekim ayının ilk Pazartesi günü “dünya çocuk hakları” günü
olmasına rağmen,genel insan hakları çerçevesinde tekrar çocuk
haklarını da bir gözden geçirmekte fayda olduğuna inanıyoruz. İşte
bu nedenle bugünkü yazımı çocuk haklarına ayırdım. 20 ekim 1959 yılında Birleşmiş Milletlerin almış olduğu bir kararla
her yılın ekim ayının ilk pazartesi günü “Dünya çocuk hakları günü”
olarak ilan edilmiş ve çocuklarla ilgili yedi maddelik bir bildiri
yayınlamıştır. Bu maddeler şöyledir. “-Çocuklar, ırk, din, dil ve milliyet farkı gözetilmeksizin her
yerde korunmalıdır. -Büyükler, çocuklara her zaman yardımcı olmalıdır. -Çocuklar, iyi insanlar olacak şekilde okutulmalı ve
yetiştirilmelidir. -Çocuklar, açsa doyurulmalı, hastaysa bakılmalı ,engelli ise özel
bir eğitimle eğitilmeli, öksüz kalmış veya sokağa atılmışsa alınıp
korunmalıdır. -Felaket zamanlarında çocuklara herkesten önce yardım edilmelidir. -Gerekiyorsa aile bütünlüğüne saygı göstererek çocuğa yardımda
bulunulmalıdır. -Çocuklar zamanı gelince hayatını kazanacak şekilde yetiştirilmeli
ve her türlü sömürülmeye karşı korunmalıdır”denmektedir. Bazı iyi yönde gelişmeler olmasına rağmen,o gün bugündür her yıl
ekim ayının ilk Pazartesi,çocuklar günü olarak kutlanmasına
kutlanıyor ama sanıyorum olan yine çocuklara oluyor. Savaşlarda
bakıyoruz çocuklar mağdur. Aile facialarında yine çocuklar önde.
Yoksulluğun faturalarının ağır tarafı yine çocuklara kesilmektedir.
Sokaklara bırakılıp ilgilenilmeyen yine çocuklar. Köprü altı
çocukları ve sokak çocukları diye yine ön saflarda onlar var. Çocukluk, insan hayatının en önemli çağıdır. Çünkü çocuklukta atılan
temeller insanın hayatı boyunca fiziksel, ruhsal ve akli bakımlardan
şekillenmesini sağlamaktadır. İyi ve kötü huylar,alışkanlıklar, hep
çocukluk çağında kazanılır. Bu gün çocuğun büyümesi, gelişmesi ve
eğitimi ile ilgili pek çok noktalar bilim yoluyla aydınlığa kavuşmuş
olmasına rağmen, dünyanın bir çok ülkesinde pek de iç açıcı
görüntüler görmüyoruz. Halbuki çocuklar bu günün yarını,yarının ise
umududur. Geleceğimizin teminatıdır. Çocuklar için bütün olanaklar
kullanılarak,onlar her türlü tehlike ve ilgisizlikten kurtarılmalı
ve sahip çıkılmalıdır. Bütün çocukları, yeteneklerinin en yüksek
düzeyde geliştirilmesi için her türlü fırsat
değerlendirilmeli,onların beden,zihin ve sosyal yönden en iyi
şekilde yetişmeleri sağlanmalıdır. Çocukları kendi çağımıza göre
değil,onların yaşayacağı çağa göre yetiştirmeliyiz. Çağın
gerektirdiği bilgilerle onları donatarak üretici ve buluşçu
güçlerini milli ve manevi değerlerini,milli birlik ve beraberlik
duygularını,vatan millet ve bayrak sevgilerini geliştirerek,
21.yüzyılın şartlarına göre hazırlamak zorundayız. *** *** ***
*** *** ***
KALE’LERİN GÖZYAŞLARI İSMAİL SARIÇAY e-mail:isaricay@turk . net
Lise çağlarımdan beri hep düşünmüşümdür.
Ecdadımızdan bize yadigar kalan o paha biçilmez eserler neden
sahipsiz,neden bakımsız,neden onarılmaz,neden bu eserleri gören
yok,restorasyon yok ve en acısı da düşünen yok. Çok zaman
gözlerimden yaşlar akmış,içim kan ağlamış ve kendi kendime
demişimdir ki kendi tarihine,kendi değerlerine bu kadar lakayt kalan
başka bir millet var mıdır diye çok sormuşumdur. Yüzyıllarca hükmettiğimiz topraklarda zulüm,işkence,yoksulluk,
kargaşalık yerine, barış,kardeşlik,uzlaşma,sanat ve kültür eserleri
bırakarak çekildik bu topraklara. Ancak bütün bu tarihi gerçeklere
önce kendimiz ters baktık. Hatta durmadan usanmadan küfrettik
geçmişimize. Bir yabancıdan daha da yabancı kaldık kendi kendimize.
İşte şimdi acıları fersah fersah çıkıyor, yine kulağımızın üstüne
yatmışız duymamak için kulaklarımızı yorganla bastırmaya
çalışıyoruz. Ne çare bütün bunlar gerçekleri değiştirmiyor. Suudi
Arabistan’da Kâbe’nin yanıbaşında, Ata yadigarı Ecyad kalesi gümbür
gümbür göz yaşları içinde yıkılıyor. Ecyad’ın imdat seslerini
hiçbirimiz duyup engel olamıyoruz.Maalesef dumanları gök yüzünü
sarınca yalancıktanda olsa tepki göstermeye çalışıyoruz. Bu kalenin
yıkım kararı bir günde alınıp icra edilmedi. Yıllar önceden beri
bunun planlarının yapıldığını bir çok insan biliyordu ve
konuşuluyordu. Ama kimse oralı olmadı. Nede olsa devamlı iteleyip
kakaladığımız Osmanlı eseririydi. Biz nice Osmanlı eserleri silinip
süpürüldü yine duymadık. Girit adasında Osmanlı’ya ait ne kadar eser
varsa hepsinin temeline kiprit suyu dökülerek yok edildi kimin
haberi oldu. Yunanistan’da, Yugoslavya’da,Bulgaristan’da,
Macaristan’a,Rusya’da,Suriye’de, Irak’tan Libya’ya,hatta ülkemizde
yok olan eserlerin hattı hesabı yok. Nerede onarılmış eserler varsa bakıyorum ya Bizans-Yunan yada tarih
öncesi çağlarda yaşamış kavimlerin eserleri. Evet kültür insanlığın
ortak malıdır,onları da koruyalım ama önce milletimizin verdiği
vergilerle kendi kültür eserlerimizi bir ayağa kaldıralım. Sivas’ı
gezip görenler bilir. Selçuklu eserlerinden Gök medrese,kaleler ve
kümbetler eşi ve benzeri olmayan yapılar. Gelin görün ki hepsi
İmdat! İmdat! diye çığlık atarcasına yarısı toprağa gömülmüş,diğer
yarısı ise o acı sonu beklemektedir. Kapı kaideleri ve kale
duvarlarından düşen o parçalar birer göz yaşını andırdığını
düşünmüşümdür hep. O muhteşem eserler gözyaşlarını silecek ve
kendilerini bu acıklı durumdan tutup ayağa kaldıracak birilerini
beklemektedirler. Çanakkale şehitliklerini hepimiz biliriz. Oralardaki top ve
sığınaklarıda. Çanakkale’yi geçilmez yapan o topların halini
gördükçe insanın yüreklerinin parçalanmamasını düşünmek mümkün
değil. Namlusu eğilmiş bir tarafı yarı çamur içinde,Topların yan
ayakları keza aynı şekilde,o sığınakların içi ve çevresi mezbelelik
şeklinde içler acısı bir durum arz etmektedir. Evet değerli okuyucularım. Biz Türk milleti olarak daha çoook Ecyad
kalesi,Kâbe Revakları v.b kaleler yitiririz. Bu eserlere bizler
sahip çıkmazsak elbette başkaları çıkacak değildir. Bu değerli
eserlerimiz bulundukları yerlerdeki Türk milletinin Mührü ve
damgasıdır. Geleceğimizin olmasını istiyorsak kültür mirasımıza
sahip çıkmamız gerekiyor. Çünkü Tarihi olmayanın geleceği de yok
demektir.
GÜCÜMÜZÜN FARKINA VARALIM İSMAİL SARIÇAY e-mail:isaricay@turk . net
Dünya devletleri içinde gelişme ve etkileme
potansiyeli olarak en büyük avantaja sahip ülkelerin başında ülkemiz
gelmektedir. Adriyatik’ten, Çin’e kadar olan coğrafi alanda,kültürel
ve etnik olarak Türkiye’nin kültür nüfuz sahası inanılmaz bir
potansiyele sahiptir. Bu bölge, hem coğrafi olarak,hem de ekonomik
ve stratejik bakımlardan dünya çapında önemli bir yere sahiptir.
Gözümüzü kulağımızı kesinlikle buralardan ayırmamak zorundayız. Bu
görevi tarih, kaçınılmaz bir şekilde her zaman bize
hatırlatmaktadır. Buraları ihmal ettiğimiz müddetçe bize Anadolu’da
da huzur ve güven vermeyeceklerdir. Herkes tarafından bilinen Osmanlı’dan bize miras kalan kültür
sahalarını,maalesef bizler boş bırakmış,bütün ilgili toplulukların
bağlılıklarını her sahada ifade etmelerine rağmen onlarla yeteri
kadar ilgilenmemiş ve onları hayal kırıklığına uğratmışızdır. Onun
için devamlı başımız ağrımaktadır. Bir başka açıdan Bosna’dan Doğu
Türkistan’a , Çeçenistan’dan, kuzey Irak’a kadar olan alan, bizim
kültür alanımız olarak kabul edilebilir. Eğer tüm bunları
değerlendirebilirsek,bu alanlar Türkiye açısından paha biçilmez
birer potansiyel güçtür. Buralarda yaşayan devlet ve toplulukları
belli idealler çevresinde uzlaştırıp tek ses haline getirebiliriz.
Türkiye’nin bir işareti bütün bu topluluklardan çıkacak sesle
dünyayı sarsabilir ve ağırlıklı bir kamuoyu oluşturulabiliriz. Türkiye’nin dünya devleti olması için hemen hemen bütün şartlar
hazır. Fakat ya biz farkında değiliz yada elimizde bulunan bu
potansiyeli değerlendirebilecek kapasitemiz yok demektir. Özellikle
Ortadoğu ve Orta Asya’da Türkiye dikkate alınmadan hiçbir güç
herhangi bir faaliyete girememelidir. Ancak bakıyoruz buralarda
herhangi bir konuda operasyona girişen büyük güçler sanki Türkiye
yokmuş gibi davranarak hareket etmekteler. Tabi bu bizim kendimizi
dünya üzerinde kabul ettiremeyişimizin bir eseridir. Bizim bu
bölgelerde etkinliğimizi sağlayamadığımızdan dolayıdır ki kimse bizi
dikkate almamaktadır. Tarihin altın tepsi içinde bize sunduğu fırsatları maalesef yeteri
kadar değerlendiremedik. Kardeş devletler olarak tarih sahnesine
çıkan Orta Asya’daki Türk devletlerine gereken yakınlığı ve yardımı
gösteremediğimizden,onlar tekrar ya Rusya’nın nüfuz alanına girmeye
başladılar yada Amerika’nın yeni nüfuz bölgeleri olmaya başladılar.
A.B.D’nin Türkmenistan ve Özbekistan gibi ülkelerde üsler
oluşturmaya başlaması buna en iyi örnektir. Dünyanın Ortadoğu’dan
sonra ikinci büyük enerji kaynaklarının bulunduğu bu bölge bütün
imkanlarımıza rağmen vurdum duymazlığımız sayesinde,elimizden
çıkmakta olup başkalarının kontrolüne geçmek üzeredir. Öyle sanıyorum ki A.B.D’nin Orta Asya’da iki amacı var. Birinci amaç
Orta Asya’daki enerji potansiyelini ele geçirmek,ikinci önemli amaç
ise nükleer güce sahip tek İslâm ülkesi olan Pakistan’ı kontrol
etmek ve bu güçten arındırmaktır diyebiliriz. Tabi ki Rusya’da boş
durmuyor. A.B.D ile dirsek temasına geçerek terazinin öbür kefesini
dengelemeye çalışıyor. Bu devletlerin uzun süre buralarda
çıkarlarını koruyabilmeleri için bölge ülkeleri arasında da, bu
günden yeni itilaf alanları oluşturmaya başlayacaklarını pek yakında
görmeye başlayacağız. Türkiye devamlı iç sorunlarla değil biraz da hayati öneme haiz bu
bölgeyle de yakından ilgilenmek zorundadır. Yoksa tekrar böyle
fırsatları yakalamak için,bir yüz yıl daha beklemek zorunda kalırız.
VAHŞİ RUHLAR İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk . net
Son zamanlarda ülkemizin çeşitli yerlerinde
akıllara durgunluk veren olaylar yaşanıyor. Kimisi çoluğunu çocuğunu
toptan kurşuna dizip sonra kendisi de intihar ediyor,bir başkası
yüksek binaların üstüne veya boğaz köprüsüne çıkıp kendini aşağılara
bırakıyor,kimileri de var ki güpe gündüz genç kızları kaçırıp
olmadık işkenceler yaparak katlediyor. Maalesef bunların önüne bir
türlü geçilemiyor. Son olarak İlimiz Balıkesir’de meydana gelen
vahşet hepimizi iliklerimize kadar dondurdu. Balıkesir Lisesi ikinci
sınıf öğrencisi olan bir genç kız,halihazırda kim oldukları belli
olmayan,insanlıktan habersiz cani veya caniler Filiz Uslu adındaki
bu öğrenciyi kaçırarak hunharca katlettiler. Filiz Uslu’yu kim neden kaçırdı bunun cevabı en kısa zamanda
bulunmalıdır. İnsanlıktan yoksun olan bu ruh dengesi bozuk
vahşiler(insanlar demeye dilim varmıyor),mutlaka ama mutlaka en kısa
zamanda bulunup adalet önünde gerekli cezalara çarptırılmalıdır. Bunu yapan ruhsuz vahşiler, hiç düşünmezler mi ki kendi ana ve
bacılarına aynı hunharlıklar yapılsa acaba razı olurlar mıydı? Hani
meşhur bir söz vardır. “Kendine yapılmasını istemediğin bir
davranışı başkasına yapma”. Ne acıdır ki toplumumuzda bunları
düşünemeyecek kadar zavallı insanlar oldukça fazla ve bunların
sayıları da gün geçtikçe artıyor. Burada en büyük görev biz ana ve babalara düşüyor. Hepimiz
çocuklarımıza sahip olmak zorundayız. Kiminle görüşüyor,nerelerde
dolaşıyor bilmek zorundayız. Çünkü zamanımızda tinercisi,uyuşturucu
bağımlısı,sarhoşu, ayyaşı,psikopatı, maalesef gençlerimiz arasında
kendilerine yer aramakta ve bulmaktadır. Böylece nice
suçsuz,günahsız gençlerimizi tuzaklara düşürerek onları hayatlarının
baharında soldurmaktadırlar. Daha önce sekiz bölüm halinde yazmış
olduğum “Altın vuruş” başlıklı yazı dizimizde bunları ve sonuçlarını
geniş geniş anlatarak toplumumuzun karşı karşıya olduğu tehlikeleri
sıralamıştık. Bunlardan birini korkunç şekilde ne yazık ki
Balıkesir’imizde yaşadık. Filiz Uslu’nun ana,baba ve yakınlarına,ayrıca Balıkesir lisesi
camiasına da başsağlığı ve sabırlar diliyorum. Özellikle Balıkesir
lisesi öğrencilerine Filiz Uslu gibi çok değerli bir arkadaşlarını
hiç beklemedikleri bir anda,vahşice yapılan bu katliam neticesi
kaybetmelerinden dolayı hepsine baş sağlığı diliyor bu tip olaylara
karşı bütün gençlerin uyanık olmalarını temenni ediyorum. Bu vahşi ruhlu insanlara karşı hepimiz tek tek uyanık olmak zorunda
olduğumuzu ve çevremizde her zaman böyle insanlıktan haberi
olmayanların bulunabileceğini unutmamamız gerekiyor. Hiçbir neden
vahşeti mazur gösteremez. İnsan hayatına son vermeyi mübâh kılamaz. Bu tür olayları yaşamamak için insanların beyinlerinin olduğu kadar
gönüllerinin ve ruhlarının da mutlaka ama mutlaka eğitilmesi
gerekiyor. Aksi taktirde birileri eksikleri dolduruyor,boş
bırakmıyor.
SATANİZM’İN GÖLGESİ(1) İSMAİL SARIAY e-mail:isaricay@turk.net
Son üç-beş yıldır zaman zaman intihar ve
cinayetlerle gündeme gelen,toplumu derinden sarsan bazı olaylarla
karşılaşıyoruz Bu olayların başında kendilerine ”Satanist” denilen
bazı çocuk yaştaki gençlerin bulunmasıdır. Her olayda Satanist’lerin
gölgesi aranmaya başladı. Dolayısıyla bu olaylar herkese şu soruları
hatırlatıyor. Bu olay satanist’lerin işi mi? Kimdir bu Satanist’ler? Amaçları nedir? Bunlara kimler ilgi duyuyor? gibi benzer sorular sorulmaktadır.
Bende soruyorum kendi kendime, gerçekten bu Satanist’ler kimdir?
Cevabını aramaya başladım. İşte bu merakımı gidermek için Ansiklopedileri karıştırdım doyurucu
bir bilgiye ulaşamadım. Doğrusunu söyleyecek olursak elimin altında
bunlarla ilgili bir kitap da yoktu. Sadece TV ve gazetelerdeki
bilgilerle bilgilenmiştim. Bu bilgiler ise bana yeterli
değildir,daha fazlasını öğrenmeliyim diye düşündüm. Hemen
zamanımızın en iyi bilgiye ulaşma kaynağı olan İnternet’e koştum.
İnternet sayfaları arasında sörf yaptım. Arama motorlarından birine
“Satanizm” yazıp Entırladım. Karşıma “Satanizm”le ilgili yüzlerce
site çıktı. Bunların büyük çoğunluğu yabancı sitelerdi.
İngilizce-Almanca-Rusça v.b siteler. İlgimi çekenleri hemen
disketlere kopyaladım. Bazılarının çıktılarını aldım. Hepsini tek
tek inceleyip anlamaya çalıştım. Yabancı dilim yeterli
gelmediğinden,Türkçe olanları okudum,üzerinde düşündüm. Dedim ki bu
öğrendiklerimi okuyucularımla paylaşmam lazım. Oturdum bilgisayarın
başına başladım yazmaya. Ancak konu çok önemli olduğu için bir köşe
yazısının sınırlarına sığmayacak kadar uzun ve derindi. Bu konuyla
ilgili yazıyı 2-3 bölümde yazayım diye kendi kendime mırıldandım. Bu
konuyla ilgili ilk yazımda “Satanizm”in anlamı üzerinde duracağım. Satanizm nedir?Satanizm,Şeytana tapma yada şeytanı tanrı kabul
etme,mutlak kötülüğün temsilcisine ibadet etme manasına gelir. Satanizm’e göre insan,“bencil,çirkin,habis ve korkulması gereken bir
varlıktır. Kötü olan şeytan değil ,insanın kendisidir. Amacımız
şeytanı memnun etmektir” olarak ifade edilmektedir. Satanizm’in başlangıç noktası,Ortaçağ büyücüleri ve Hıristiyanlıktan
uzaklaşan gruplara(heretiklere) kadar dayanır. Hatta Yahudi ve
Hıristiyanlık baskılarına karşı oluşmuş bir muhalefet hareketi
olarak da ifade edilmektedir. Son zamanlarda ise Satanizm, dine ve
dini olan her şeye karşı olan bir reaksiyon olarak karşımıza
çıkmaktadır. Peki Satanizm’in bugünkü kaynağı nedir diye
sorulabilir. Bu hareketin öncülüğünü 1930 da A.B.D’nin Şikago
kentinde dünyaya gelen ve baba tarafından Gürcü,Anne tarafından
Romen olduğu söylenen Anton Szandor LaVey yapmıştır. LaVey bu
hareketi 1960’lı yıllarda A.B.D başlatmış ve 1966 yılında San
Fransisko’da “Şeytanın Kilisesini” kurmuş ve kendisi de bu kilisenin
baş Rahibi olmuştur. LaVey, taraftarları arasında “Kara Papai”
olarak da anılmıştır. İşte 1997 yılında A.B.D ölen LaVey’in temsil
ettiği ve organize hale getirdiği günümüz Satanist anlayışı,son 3-5
yıldır ülkemizde de duyulmaya ve tanınmaya başlayan Satanist
anlayışlar arasında, büyük benzerlik ve paralellikler
göstermektedir. Peki “Satanizm” nasıl oldu da son zamanlarda Türkiye’de yayılmaya
başladı, bunun üzerinde özellikle durulmalıdır .
SATANİZM’İN GÖLGESİ(2) İSMAİL SARIÇAY e-mail:isaricay@turk.net
Satanizm’in, Şeytana tapıcılık veya şeytan’ı
tanrı olarak kabullenme şeklinde, tanımlandığını daha önce belirtmiştik.
Şeytan ise Kur’an’ı Kerim’de belirtildiği üzere;insanlara vesvese
veren,insanları kötülük yapmaya sevkeden,gurur,kibir, bencillik,
şehvet,nefret,intikam,hırs,öfke,şiddet v.b. hasletlerin esiri olmuş durumlar
için kullanılan bir kavramdır. Bütün bunlarda çoraklaşmış insan ruhunun
eserleri olsa gerek. İşte çorak bırakılan insan ruhunu “Tabiat boşluk kabul
etmez” prensibince Satanizm gibi düşünce ve inançlar hemen değerlendirip bu
boşluğu doldurmaktadır. “İnançta büyü vardır” diye bir söz vardır. Eğer inanç sisteminde
ahlaki normlar yoksa yada yanlış ise o inanç sahipleri de doğru olarak kabul
ettikleri normları yaşamaya ve yaymaya devam edeceklerdir. Bunun sonucu
olarak da toplumu derinden sarsan olayların olması da elbette kaçınılmaz
olacaktır. Son zamanlarda toplumumuzun girmiş olduğu maddi ve manevi çıkmazlar
maalesef ahlaki çoraklaşmaya ve yozlaşmalara sebep olmaktadır. Ülkemizde
akıl almaz olayların olması da bir nevi bu tezleri doğrulamaktadır. Satanist
olan bazı gençlerin söyledikleri şu sözlere dikkatle bakmak ve anlamak
gerekiyor. Soru şu. Niçin satanist oldun? Cevaplar; -Huzur aradığım için Satanist oldum -Tanrıya kızdığım için için oldum -Bu dünyada yaşamanın anlamsız olduğuna inandığım için oldum -Ruhumu şeytana sattığım için oldum -Daha fazla özgürlük istediğim için oldum v.b cevaplar vermişlerdir. Satanist’im diyen bu gençlerin cevaplarına bakılırsa,bir arayış
içerisinde oldukları,bilgi ve eğitim eksikliklerinin bulunduğu açıkça
görülmektedir. Yine cevaplardan anlaşılacağı üzere bu insanlar
huzur,sevgi,ilgi,bilgi v.b şeyler istiyorlar. Bunları iyi okuyup doğru
değerlendirmek gerekiyor. Böyle akımları polisiye tedbirlerle önlemek de
mümkün değildir. Bu tip akımları önlemenin tek yolu,insanda boş bırakılan
eksikleri tamamlamak için, en isabetli yol,eğitim ve bilgilendirmedir. Satanizm’in bilenenler kadarıyla bir düşünce olmaktan çıkıp,inanç
sistemine dönüştürülmüş olduğu görülüyor. Bu inancın da bazı sembol ve
ayinleri düzenlenmiş ve uygulamaya konmuştur. Satanist’lerin ayinlerinde,
bazı işaretlerin etrafında mumların yakılması,baltaların elde tutulması,ters
haç işareti çizilmesi,şeytana dua edilmesi,şeytana kurban olarak kedilerin
kesilip kanının içilmesi,hatta bakire olan bir kızı şeytana kurban etme gibi
korkunç davranışlarda bulundukları çeşitli medya organlarında ifade
edilmiştir. 21 eylül 1999 günü İstanbul’da “şeytandan mesaj geldiği ve şeytana
kurban kesilmesi gerektiği” bahanesiyle biri bayan üç Satanist’in,Şehriban
Coşkunfırat adlı genç bir kızı bıçak darbeleriyle öldürdükleri ve cesedine
tecavüz ettikleri bütün basın ve yayın organlarında yer almıştı. Bu olay
hepimizi şaşkına çevirmişti. Evet bütün bunlar, Satanist’lere göre. şeytan adına yapılan
törenlerdi.
*** ***
SATANİZM’İN GÖLGESİ(3) İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turknet Gençlerimiz niçin satanist oluyorlar diye
hepimizin aklına takılan soruyu,en iyi cevaplayabilecek olanlarda yine
Satanist olan gençlerdir sanıyorum. İşte Satanist olan bir gencin
itiraflarıyla Satanizm şöyle ifade ediliyor. “Ailemden kopmuş,sevgi bağım kalmamıştı. Maddi açıdan durumum ailem
sayesinde oldukça iyiydi. Zengin aile çocuğuydum açıkçası. Değişik arayışlar
içindeydim. Macera arıyordum. Beyoğlu’nda takılıyorduk. Satanist bir grupla
tanıştım. Ve Ataköy’de oturduğumu öğrenince benimle yakından ilgilendiler.
Bana okumam için Satanizm’le ilgili kitaplar verdiler. Okuduğum zaman
oldukça ilgimi çekti. İşte aradığım şey dedim. Mistik şeyler vardı kitapta.
Kıyamet gününden bahsediyordu,ölümsüzlükten falan bahsediyordu. Daha sonra
beni Ataköy’de oturan gruptan olan diğer kişilerle tanıştırdılar. İlk başta
benim oyun olarak baktığım ayinler yapıyorduk. Kendimi tutamayıp gülüyordum
ama onlar çok ciddiydiler. Sanki uçuyorlardı. İlk başlarda korktum
gerçekten. Ama sonra bende onlardan biri oldum. Heavy metal türü müzikler
dinlerdik. Bu müzikleri yapanlara tapardık. Kedi öldürmeye,kanlarını akıtıp
kurban etmeye bayılırdık Hepimiz bir kedi düşmanıydık. Akla hayale gelmeyen
sapık zevklere sahiptik. Aklıma geldikçe kendimden utanıyorum.” Evet
Satanist genç böyle konuşuyordu. Satanist’ler materyalizme ve Ataizm’e de karşıdırlar. Onun için sık
sık “Ataist olma, Satanist ol” gibi sözler ederler. Satanist’ler dünya
hayatının cehennem olduğuna,ölümün gerçek hayata geçiş olduğuna inanırlar.
Bu inanıştan dolayı kolayca intihar edebiliyor veya sevdiklerini kurban
ediyorlar. 23 haziran 1998 tarihinde İstanbul Ataköy’de Alman lisesinden 14
yaşındaki Alp cenan Yuğaç ile 17 yaşındaki kız arkadaşı Aslı Yardımcı’nın el
ele tutuşarak 14.kattan atlayarak intihar etmeleri, işte bu inanışların
sonucudur. Bu olay aynı zamanda Satanizm’i ilk defa Türkiye gündemine sokan
bir olay olması bakımından da önemlidir. Bu olayla birlikte hepimiz
Satanizm’den haberdar olabildik. Peki bu Satanizim ülkemizde nasıl yayılıyor diye insanın aklına
gelebilir. Yazımızın 1.bölümünde de belirttiğimiz gibi İnternet üzerinde
yüzlerce siteyle karşılaşmak mümkün. İnternette yapılan bu
yayınların,Satanizm’in yerleşmesine zemin oluşturan gençler üzerinde
etkisini göstermiş olduğu kesin. Üstelik yabancı dilleri olan bazı arayış
içerisinde olan liseli ve Üniversiteli gençler, yapılan propagandadan
etkilenip, İnternet üzerinden bu kişi ve gruplarla iletişim kurmaktadır.
Dolaysıyla en etkili yayılma yollarından birisi budur. Ayrıca çeşitli
arkadaşlık ve grup oluşturma yöntemleri de etkili olmaktadır. İşin ilginç
yanı Satanist olan ve İntihar edenlerin büyük çoğunluğu, varlıklı, fakat,
ruhen boş bırakıldığı ifade edilen aile çocuklarından olduğu görülüyor. Satanist’ler bütün inanışlarda olduğu gibi farklı farklı gruplardan
oluşmuştur. Dabbler,Şeytan kilisesi,Gnostikler,İkincil satanistler,Cehennem
kulüpleri,Romantik-promethan Satanistler ve sol el Paganları v.b adlarla
anılan fraksiyonları vardır. Hepsinin farklı olmalarına rağmen,ortak tarafları Şeytan
karakterlerini taşımalarıdır.
DUYAN YOK MUUU? İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk.net
Her büyük
deprem sonrası,arama ve kurtarma ekipleri,binaların enkazları
altında kalan insanlara ulaşmak,canlı olup olmadığını anlamak için
“kimse yok muuu,kimse yok muuu?” diye seslenmelerini
Televizyonlardan içimiz parçalanarak,büyük bir hüzün ve acı içinde
seyrederiz. Enkazın altından sedyelerle sağ çıkanları da görürsek
bir nebze,buruk da olsa sevinç yaşarız. Çünkü kurtarılan bir
hayattır, insandır ve neticede bir canlıdır. Bu günleri Filistin’de
bunun tersini yaşıyoruz. Soykırıma tabi tutulan Filistin halkı bütün
dünyaya kapalı bölge ilan edilen ülkelerinden “ bizi duyan yok muuu?”
diye feryat ediyor. Filistin,İsrail tarafından ahlâksızca işgal
edilmiş,kadın,erkek,çocuk demeden acımasızca katlediliyor,işkence
yapılıyor,içindekilerle birlikte evler buldozerlerle yerle bir
ediliyor, bombalanıyor,bu yetmemiş gibi bir devletin bütün
toprakları askeri bölge,yani atış alanı olarak ilan ediliyor,Filistin’liler
avazları çıktığı kadar “duyan yok muuu? imdat imdat” çığlıkları
atıyor,ama dünya bu çığlıkları duyup maalesef bir kurtarma hamlesi
yapamıyor. Televizyonlardan izlediğimiz o küçük kızın,”babamı istiyorum,yaşamak
istiyorum” diye canhıraş feryadı göz yaşlarımızın oluk oluk akmasına
neden olmuş,bizlere hiçbir şey yapamamanın ızdırabını yaşatmıştır. Dünyanın gözü önünde bir devlet,bir halk,bir millet yok
ediliyor,kimse dur diyemiyor. Filistin’li çocuk ve kadınların
çığlıkları, haykırışları,çaresizliliklerinin ve yalnızlıklarının
ifadesi değil de nedir. Bu çığlıklar yürekleri parçalıyor,ama
maalesef sağır olmuş kulaklara duyurulamıyor. Filistin’li aileler
evleriyle beraber yakılıyor,yıkılıyor, insan hakları şampiyonları
duymuyor,anlamıyor. Terörizme savaş açanlar,İsrail’in en büyük devlet terörizmini
görmüyor,görmediği gibi onaylıyor,hatta destek mesajları veriyor.
Sanki İsrail Filistin’i değil de, Filistin İsrail’i işgal etmiş gibi
bir tavır içinde,üstelik böyle davrananlar en büyük insan hakları
savunucuları! Yazıklar olsun bu feryatlara kulak tıkayanlara ve medeni
geçinenlere. Yine yazıklar olsun Filistin’li çocukların “duyan yok
muuu? seslerini kulak arkası edenlere. Kıbrıs’taki Türk’lere karşı yapılan vahşi saldırılara son verdiği
için Türkiye’ye hemen ambargo koyanlar,Pakistan’a, Libya’ya,
İran’a,Irak’a v.b ülkelere çeşitli bahanelerle ambargo
uygulayanlar,niçin Filistin’deki vahşete ve soy kırıma karşı hiç
ambargodan, askeri müdahaleden bahsetmiyorlar? Birleşmiş Milletlerin daha önce İsrail aleyhinde almış olduğu
kararların hiç biri uygulanmadı veya uygulanamadı. İsrail’de buradan
aldığı güçle saldırganlığına saldırganlık ekleyerek,hiçbir kural
tanımıyor ve tanıyacağa da benzememektedir. Başka ülkeler için hemen
uygulanan bu yaptırımlar,bu saldırgan ülkeye de mutlaka
uygulanmalıdır. İsrail bu saldırganlıklarından vazgeçinceye kadar da
bütün dünyadan tecrit edilmelidir. Derhal Birleşmiş Milletler yeni bir karar alıp,saldırgan İsrail’e
dünya çapında ambargo uygulaması başlatmalı ve acil askeri müdahale
kararı almalıdır. Dünya barışını her zaman tehlikeye atan bu
saldırganlar mutlaka durdurulmalıdır. Dünyanın geleceği için bu
şarttır. Eğer bu gerçekleşmezse,bütün İslam alemi İsrail’le her türlü
ilişkileri kesip başta petrol olmak üzere, her alanda ambargo
uygulamalıdır. Çünkü bugün Filistin’in başına gelenler yarın kendi
başlarına da gelebilir. İşte o zaman belki de kendilerini duyacak
hiç kimse kalmamış olacaktır. *** ***
ADOĞU “BUŞARON DEĞİL”,TÜRK ADALETİ ARIYOR İSMAİL SARIÇAY e-mail:isaricay@turk.net
Ortadoğu
Osmanlı yıkılalı beri huzur ve sükundan mahrum kalmış,Zalimler
zulmetmekten, despotlar halkı ezmekten bıkmamış ve masumlar ise
işkence çekmekten bir türlü kurtulamamıştır. Orta doğu insanı ne
yazık ki,ne insanca yaşamayı,ne insan olarak haklarının neler
olduğunu,nede insanca yaşayabileceği bir refah düzeyine ulaşmayı
başaramamış,hatta düşünme fırsatını dahi yakalayamadığı gibi,bu
medeniyet ölçütleri Ortadoğu insanlarına çok görülmüştür veya dünya
dizayncıları böyle planlamışlardır. Osmanlı Türk medeniyeti Orta doğuyu idare ederken
Müslüman,Hıristiyan ve yahudi ayrımı yoktu. Cami,Kilise,Havra yan
yana yapılabiliyor,kimse kimseye benden değil diye düşmanlık
beslemiyordu. Savaş,Toprak kavgası,Sancak başkanlarını ve halkı
tecrit,aşağılama,sen benden değilsin diye işkence ve zulüm yoktu.
Öyle bir güven ve düzen oturtulmuştu ki, halk idarecisinden,idareci
halkından hoşnut ve düşman kabileler bile kendisine haksızlık
yapılmayacağından emindi. Bunları sadece biz değil,Bosna’lılar,Filitin’liler,Kosova’lılar
v.b bölge insanları haykırıyor. Çünkü oralarda bulunmanın amacı
sömürü veya emperyalist emeller değil insanlığa hizmetti. İşte bu
bakış açısıdır ki yüz yıllar boyunca orta doğu ve Balkanlar barış ve
sükun içinde yaşamıştır. Hatta Anadolu’ya yapılmayan yatırım ve
hizmetler Ortadoğu ve balkanlara yapılmıştır. Ne zaman ki Osmanlı Türk adaleti Orta doğudan ve Balkanlardan
uzaklaştırıldı,o gün bu gündür,bu bölge kan ve gözyaşından
kurtulamadı. Yüz yılı aşkın zamandan beri savaş ve gözyaşı dinmedi
ve hala İsrail’in Filistin’e son saldırıları karşısında kan ve göz
yaşı akmaya devam ediyor. İnsanlar evleriyle beraber,birer çöp
yığını gibi,yıkılıyor,yakılıyor,bunlara kimse dur diyemiyor veya
demiyor. Çünkü her şey çıkar hesaplarına göre düşünülüyor ve
yapılıyor. İnsanlar öldürülmüş, vatanlarından kovulmuş,işkence
görmüş,sürülmüş hiç kimsenin umurunda bile değil. İnsan bunları
görünce ister istemez şöyle düşünüyor. Demek ki insanlık her türlü
insan hakları yaygaralarına rağmen ölmüş . İnsan Filistin’de olan
vahşeti görünce işte ”Buşaron adaleti” budur demekten kendini
alamıyor. Çünkü Şaron yakıyor,yıkıyor,öldürüyor,dünya lideri A.B.D
başkanı Bush destekliyor. Bütün bu savaş suçlarını işleyen Şaron bir İsrail’li yazarın
kaleminden bakın nasıl ifade ediliyor. 2 Şubat 2002 tarihinde
İsrail’li tanınmış bir yazar olan Uri Avnery'nin International
Herald Tribune'da yayınlanan 'Ramallah Kapılarındaki Napolyon-Sharon'un
hatası' başlıklı yazısında,İsrail’in Filistin’i daha aylar önceden
nasıl işgal edeceğini,neler yapacağını açıklayan yazısından bir
bölümünü,nokta ve virgülüne dokunmadan hep birlikte görelim. “Şimdi 120 yıllık bir mazisi olan Filistin-İsrail savaşı, tayin
edici aşamalarından birine yaklaşıyor. İki büyük kitle karşı
karşıyalar: dayanılmaz bir güç ve yerinden edilemez bir nesne.
İsrail komutanı, Başbakan Ariel Sharon, tam olarak ne istediğini
biliyor. Kamuya, onun vakit geçirmekte olduğunu, çünkü ne istediğini
bilmediğini, çünkü hiçbir planı olmadığını bildiren köşe yazarları,
bu adamı tanımıyorlar. Sharon, master planını uygulamak için
tutarlı, kararlı ve mantıklı bir yolda hareket ediyor. Onyıllar
boyu, gerçek Siyonizmi -'Eretz İsrail'in tümünü zaptetmeyi, yerel
halktan onu temizlemeyi ve üzerine (Yahudi) yerleşim merkezleriyle
kaplamayı amaçlayan- uygulamayı, tarihin kendisinin omuzlarına
yüklediğini düşünmüştü. Bu tarihi misyonu yerine getirmek için, Sharon, acımasız ve
insafsızdır. Kan nehirleri onu caydırmaz ve -her iki tarafta
verilecek- kayıplar onun hesaplarında sadece bir rakamdan ibarettir.
İhtiyatla hareket eder, hilelere başvurur ve kimisinin savaş suçları
diye niteleyebileceği şeyleri yapmaktan geri durmaz. Fazla zamanı kalmadığını ve dolayısıyla kalan zamanı, bir siyasi
faktör olarak, Filistin halkını ezmek için kullanması gerektiğini
biliyor. Bu amacı gerçekleştirebilmek için, Filistin halkının
liderliğini parçalaması, silahlı güçlerini bozguna uğratması,
iradelerini ve direnme yeteneklerini mahvetmesi gerekiyor. ... Napolyon'un Rusları anlamamış olduğu gibi, İsraill Napolyon,
Filistinlileri anlamıyor. Sharon ve yandaşları, Arafat'ın tecrit
edilmiş, hareket edemez, 'devredışı önemsiz' bir şahsiyet olduğuna
inanıyorlar. Anlayamadıkları, Arafat'ın, tam da böyle bir durumda,
daha güçlü ve her zamankinden daha etkili olduğu”diyor iki ay önce
yazdığı yazıda,Uri Avnery. İşte bugünkü anlayış ve bu anlayışa destek veren dünyayı idare eden
büyük güçlerin adaleti. Gel de sen BuŞaron değil, Türk adaleti deme. *** ***
ŞARON=HİTLER’İN
KARESİ İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk.net
Çocukluk
yıllarımızdan beri Televizyonlarda izlediğimiz Amerikan ve Batı
kaynaklı yüzlerce,belki de binlerce filmde,hep Hitler’in Yahudiler’e
uyguladığı katliam ve soykırım senaryolarını seyrettik,içimiz
burkularak ve tüylerimiz diken diken olarak,nedir bu vahşet ve
acımasızlık diyerek,Hitler’e söylemediğimiz kalmıyordu.
Seyrettiğimiz film sahneleri bizi adeta kabımızdan taşırır ve
Yahudiler’e yapılanlar karşısında veya bir başka ifadeyle insanların
insanlara yaptıkları karşısında insanlığımızdan utanırdık. Evet
filmlerde gördüklerimiz gerçekten doğruysa,insanlık adına utanç
verici olaylardır. Filmlerde anlatılan bu vahşet ve soykırımlar 1940’lı yıllarda kaldı
sanırken,bu muameleye maruz kalanlar,maalesef kendilerine
yapılanların kat kat fazlasını Filistin’lilere yapmakta bir sakınca
görmüyorlar. 17 Eylül 1982 günü,bugünün İsrail başbakanı,o günün savunma bakanı
olan Şaron,sabra ve Şatilla mülteci kamplarını acımasızca
bombalayarak binlerce savunmasız insanı, hunharca katletmişti. Bu
olaydan sonra Şaronun adı “İnsan kasabı” olarak kalmıştı. Bu gün
yine Şaron iş başında. Yine binlerce insan katlediliyor ve toplama
kamplarına dolduruluyor. Hitler’in, kendilerine yaptıklarını
aratmayacak şekilde,Filistin’lilere vahşet ve soykırım uygulanıyor.
Hitler’in Yahudilere yapmış olduğu o vahşet ve soykırım,o gün nasıl
yanlış ve barbarca ise,2000’li yıllarda Şaron’un Filistin’lilere
yaptıkları da, Hitler’in yaptıklarından farklı bir barbarlık
değildir. Hatta bugün medeniyetin ulaştığı seviye ve insan
haklarının birinci planda düşünüldüğü bu çağda,bütün dünya kamu oyu
önünde yapılanlar,sanıyorum Hitler’i bile gölgede bırakacak,hatta
Hitler’in yaptıklarının karesi denebilecek ölçüde gayri insani ve
gayri medeni bir vahşet ve soykırımdır. Filistin’li erkekler yakalanıp,suçlu suçsuz demeden bir araya
getirilip,birbirine bağlanarak,aşağılanarak,çırıl çıplak
soyularak,adeta hayvan muamelesi yapılarak, bilinmeyen ve nereye
götürüldükleri belli olmayan bir yöne doğru,bütün insanlığın gözü
önünde götürülmektedir. Ayrıca kadın,erkek,çocuk demeden,sorgusuz
sualsiz insanlar sokak ortalarında kurşuna dizilerek
katledilmekte,kimsede bu duruma müdahale edememektedir. Nerede insan haklarını ağızlarından düşürmeyen Batılılar,nerede
dünya liderliğini ellerinde tutan Amerikalılar ve nerede
insanlık,nerede dünya barışını sağlamakla görevli Birleşmiş
Milletler. Bumudur medeniyet,bumudur insan haklarına saygı. Bir
millet göz göre göre toptan katlediliyor,bir çok ülkenin tanıdığı
bir devlet yok ediliyor, dünyanın kılı kıpırdamıyor. Olmaz böyle
çifte standart. Kuveyt’e saldıran Irak’ı, yerle bir edenler,neden
saldırıya uğrayan Filistin’de buna göz yumuyorlar ve aynı tepki
niçin gösterilmiyor? Televizyonlardan izlediğimiz Filistin’deki vahşet ve soykırımlar da,
Yahudilere 1940’lı yıllarda yapılan,vahşet ve soykırımlar gibi
kanımızı donduruyor. Yapılanlar terörden başka şey değildir. Eğer
terör herkes için aynı derecede suçsa ki öyle olmalıdır, İsrail’in
yaptıkları da devlet teröründen başka bir şey değildir. Suçsuz
insanların evlerinin yıkılması ve hiçbir delile dayanmadan,hem de
çoluğunun çocuğunun gözü önünde kurşuna dizilip öldürülmesi,en büyük
terörizmdir. Dünya kamu oyu ve kuruluşları, bu tip insanlık suçu işleyen kim
olursa olsun,ister şahıs,ister grup,isterse devlet,insanlığın rahat,
huzur ve mutluluğu için her türlü yaptırımları,yansız,tarafsız ve
adil olarak alıp uygulayabilme yeteneğine,mutlaka kavuşturulmalıdır.
*** ***
TEKNİK ÖĞRETMEN ÖĞRENCİSİZ KALDI İSMAİL SARIÇAY e-mail:isaricay@turk.net
Doksanlı
yılların başlarında özel sektöre kaçışlarını önlemek için çeşitli
tedbirler düşünülen Teknik öğretmenler,maalesef bugün öğrencisiz
kalmıştır. YÖK’ün Mesleki ve Teknik Okullarla ilgili aldığı haksız
ve çağdışı kararlar neticesinde Mesleki ve Teknik okullara rağbeti
durdurmakla kalmamış,aynı zamanda bu okulları ve öğretmenlerini
neredeyse öğrencisiz bırakmıştır. Yıllarca önce öğrenci
yoğunluğundan Teknik öğretim okullarında öğretmen ihtiyacını
karşılamak için mühendislerden,meslek yüksek okulu mezunlarından
öğretmen atamaları yapılmış ve ihtiyaç ancak öyle
karşılanabilmiştir. Ne var ki YÖK’ün son yıllarda almış olduğu
yanlış kararlar sonucu,Teknik öğretim okullarının,öğrenci
sayılarının oldukça azalması neticesinde bir çok Teknik Öğretmen
kadro fazlası(norm kadro dışı) kalmış,yada başka bir deyimle
öğrencisiz kalmıştır. Böylece bir çok Teknik öğretmen,en verimli
dönemlerinde öğrencisiz kalmış,bilgi ve tecrübelerini gençlerin
istifadesine sunamamış olmakla birlikte,psikolojik olarak bu
durumdan oldukça rahatsız olmuşlardır. Bu duruma acilen adil bir
çözüm bulunmalıdır. Teknik ve Endüstri meslek liselerinden mezun olan binlerce
öğrenci,hayalini kurduğu mesleğinin devamı olan mühendislik
fakültelerine girememektedir. Örneğin makine bölümünü bitiren bir
öğrenci makine mühendisliğine,Bilgisayar bölümünü bitiren öğrenci
Bilgisayar mühendisliğine v.b girememesi bu okullarımıza olan akışı
durdurmuştur. Ülkemizi de,teori ve pratiği birleştirmiş,yedi sekiz
yıl gibi uzun bir süre mesleki teknik eğitim almış,bir fiil pratik
ve üretim içinde yetişmiş mühendislerden de mahrum bırakmıştır.
Ayrıca ülkemizde yapılmış olan trilyonlarca liralık yatırımın da
büyük bir kısmı atıl hale getirilmiştir. Bunun acısını beş-on yıl
sonra teknik insan gücü sıkıntısı çekmeye başladığımızda daha iyi
anlayacağız. Çünkü hayat damarlarımız tıkanmayla yüz yüze gelmiş ve
acısını bu günden derinden derine duymaya başladığımız aşikar
olmuştur. Atatürk’ün bu konuda söylemiş olduğu söz maalesef
gerçekleşti denebilir. Ne demişti Atatürk; ”Sanat ve sanatçıdan
mahrum kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir”.
Ülkelerin kalkınmasında etkin bir role sahip olan,teknik insan
gücünü yetiştiren,mesleki teknik eğitim okullarına,gereken önemin
mutlaka verilmesi gerekir. Yıllarca büyüklerimizden hep şunları
işittik. “Mesleki ve teknik eğitim veren okulların oranı,genel lise
eğitiminin yüzde otuzu, normal lise eğitimi ise yüzde yetmiştir.
Ülkemizin kalkınması için bu durumu tersine çevireceğiz. Yüzde
yetmiş mesleki eğitim,yüzde otuzda genel lise eğitimi
olacak”diyorlardı. Sonuç ortada. Mesleki ve Teknik okullara,hiçbir yere giremeyen öğrenciler
değil,aynen fen ve Anadolu liselerine yapılan öğrenci seçimi
gibi,başarılı öğrencilerin gelmelerini sağlayacak cazip teşvikler
getirilerek,teknoloji üretecek beyinlerin bu okullarımızı tercih
etmeleri sağlanmalıdır. Örneğin:Yurtdışı stajları,Mühendislik
fakültelerini tercih edenlere kayda değer ek puan verilmesi gibi. Son yıllarda teknik öğretmenler,maalesef bir çok haklarını da
kaybetmişlerdir. Bizler verilen haklar geri alınmaz diye bilirken
sessiz sedasız,eksersiz çalışmaları ve bir çok bölümde yıpranmalar
kaldırılmış veya kuşa çevrilmiş,Teknik eğitim tazminatları yerinde
saymıştır. Öyle inanıyor ve biliyoruz ki dünyada kalkınmış bütün ülkeler
vatandaşlarının çoğunluğunun bir meslek sahibi olmasının sayesinde
gelişmiş ve zenginleşmişlerdir. Dileriz bu durumu yakın zamanda
anlar ve yapılan yanlışlarda ısrar etmeyiz. *** ***
BU BEYİNLERE SAHİP ÇIKALIM İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk . net
Yıllardır hep
konuşup,yazıyoruz. Kendi teknolojimizi kendimiz üretemediğimiz
müddetçe kalkınamayız,zenginleşemeyiz ve çağa ayak uyduramayız diye.
Bu söz oldukça doğru. Altına imza atmamak mümkün değil. Aslında Türk
insanında yeniliklere karşı bir merak ve atılım da mevcuttur. Ancak
bizler bu tip araştırıcı,geliştirici ve buluşçu parlak beyinli
insanları istihdam edemediğimiz,madden ve manen destekleyemediğimiz,
gerekli fırsatları tanıyamadığımız için, maalesef bir çok parlak
beyinlerimizi yurt dışına kaçırıyoruz. Böylece teknoloji üretecek
insanlardan da ne yazık ki mahrum kalıyoruz. Bizim okutup
yetiştirdiğimiz, ama değerlendiremediğimiz paha biçilmez beyinleri,
yurt dışında yüksek ücret ve olanaklarla yabancılar gayet güzel
değerlendiriyor ve onların üretici, geliştirici ve buluşçu
güçlerinden azami şekilde faydalanıyorlar. İşte biz de bu yazımızda,
buluşçu,geliştirici ve üretici beyinlerin bulunduğu Şehrimizin
Üniversitesindeki(BAÜ) sevindirici bir gelişmeden bahsedeceğiz. Şehrimizin Üniversitesi olan BAÜ Meslek Yüksek Okulu İklimlendirme
ve Soğutma programında hocalık yapan öyle hocalarımız var ki
önlerinde eğilmemek mümkün değil. Bu zamana kadar yurt dışından 4000
Sterlin’e ithal edilen,Temel Soğutma eğitim seti,Soğutma arıza bulma
seti,Çok amaçlı soğutma seti gibi eğitim setlerinin daha gelişmiş ve
mükemmellerini 800 Sterlin’e üretip sattıklarını(kâr payı dahil)
öğrenmek gerçekten bizleri haddinden fazla sevindirmiştir. Bu
başarıyı gösteren Yard.Doc.Dr. Hüseyin Bulgurcu ve Öğretim görevlisi
Mustafa Ertürk hocalarımızı tebrik ediyorum. Daha nice başarılara
imza atmalarını diliyorum. Balıkesir üniversitesinin başta sayın
Rektörümüz Prof.Dr.Necdet Hacıoğlu olmak üzere bütün hocalarımızı ve
personelini,böyle değerli hocalarımıza sahip oldukları için
kutluyorum. Araştırıcı, geliştirici ve buluşçu yeteneklere sahip
hocalarımızın başarıları, mutlaka taktir ve taltif
edilmeli,karşılıksız bırakılmamalı,en azından plaket ve onur
belgeleriyle ödüllendirilmeli ki,azim ve kararlılıkları daha da
artırılmalıdır. Taktir ve taltifler bu tip çalışmaları teşvik edici
olduğu kadar,potansiyel buluşçu beyinlerimizin de ortaya çıkmasını
sağlayacak ve aynı zamanda ülkemizden çıkacak dövizleri de bu sayede
ülkemizde bırakarak,önce Üniversitelerimize,sonra da ülke
kalkınmamıza büyük destekler sağlanmış olacaktır. Ayrıca Sanayicilerimizin de böyle beyinleri değerlendirmesi ve
geliştirilen bu sistemlerin seri üretiminin
yapılarak,pazarlanmasında büyük faydalar olacağı muhakkaktır. Bu
sayede hem istihdam alanı dar olan ülke ve yöremize,istihdam alanı
oluşturmuş,hem de büyük bir ekonomik katkı sağlamış oluruz. Değerli hocalarımızın geliştirdiği bu eğitim setlerini dikkatle
inceledim. Hayran kalmamak mümkün değil. Ayrıca bu eğitim
setlerinden Afyon Koca tepe Üniversitesi Teknik Eğitim
Fakültesine,Ula M.Y.O,Alanya E.M.L ve Balıkesir 100.yıl Teknik ve
Endüstri meslek lisesine verildiğini,bir çok yerden de sipariş
geldiğini öğrendim. Ne kadar mutluluk verici bir gelişme. Balıkesir Üniversitesinin on yıllık gibi kısa bir geçmişi olmasına
rağmen çeşitli alanlarda göstermiş olduğu performans gerçekten
taktire şayandır. Üniversitemizin daha nice alanlarda başarılarının
devamını diliyorum. *** ***
“İNTERNET” BİR DÜNYA OKULUDUR KIYMAYIN İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
“1990’lı yıllarda
açılan yerel radyolar,bir süre sonra tek tek kapatılmaya
başladığında yurdun çeşitli yerlerinde “Radyomu istiyorum”
kampanyaları ve protestoları yayılmıştı. Halkımız ve özellikle
gençlerimiz yeni yeni kurulan,özel yerel radyoları çok sevmiş ve
belki de kendisini bu yayınlarda bulmuştu. Çünkü o yıllara kadar
sadece tanıdığı TRT radyoları vardı. Bu ulusal radyo kanallarına da
herkes ulaşamıyordu. Halbuki yerel Radyolara istediği anda
telefonunu kaldırıp ulaşabiliyor,canlı yayınlara
bağlanabiliyor,fikir ve düşüncelerini anında bütün insanlara
sunabiliyordu. Böyle olunca bütün halk kesimleri özel radyo
kanallarının kapatılmasına ortak bir refleksle karşı çıktı.
Haklıydılar ve başarılıda olundu diyebiliriz. Yine son günlerde
bütün toplum kesimlerini ilgilendiren İnternet’e getirilmek istenen
kısıtlayıcı,zorlayıcı ve yasaklayıcı bazı tedbirlerin RTÜK yasasıyla
birlikte geçirilmek istenmesi, özellikle genç kesimde büyük
rahatsızlıklar doğurdu. Çünkü İnternet,bir başka ifadeyle sanal
dünya,büyük bir kesimin ilgisini çekti,hemen hemen herkes, kendine
bu alanda yer bulmakla kalmadı,kişiler fikir ve düşüncelerini bu
özgürlük alanında kolayca ifade edebilme olanağına kavuşmakla
birlikte,aynı zamanda İnternet sayesinde, bütün dünya kamu oyuna
ulaşma ve ulaştırma olanağı buldular. Özellikle genç kesimin sarmaş
dolaş olduğu,başka bir ifadeyle bir nevi aşık olduğu İnternet’e,
getirilmek istenen kısıtlamalar,büyük protestolara neden olmaktadır. Bir çok İnternet sitesinde ve medyada,“İnternetimi
istiyorum”,”İnternetime dokunma”, ”İnterneti alın başınıza
çalın”,”İnternete sahip çıkın” vb sloganlarla büyük bir protesto
kampanyası başlamıştır. Sanıyorum bu tepkiler kanun yapıcılar
tarafından dikkate alınacak ve bu alandaki haklı istekler
doğrultusunda değişiklikler yapılarak dünyadan kopmadan bilim ve
teknolojiye engeller çıkarmadan uygun bir düzenleme yapılacaktır. Biz Türk toplumu olarak bahanesi ne olursa olsun,sanayi
devrimini,atom çağını,Uzay çağını vb adlarla anılan çeşitli çağları
maalesef kaçırdık,hiç olmazsa şu anda yaşadığımız İnternet çağı
olarak da ifade edilen bu çağı,anlamsız bahanelerle kaçırmamalıyız.
Zorlayıcı ve engelleyici düzenlemelerle engeller
çıkarılmamalı,gereksiz korkularla İnternet budanmamalıdır. Bütün dünya insanını sanal ortamda da olsa buluşturan İnternet,adeta
bir dünya okulu,bir eğitim alanı olarak önemli bir görev
üslenmektedir. Böyle bir alanı bırakın kısıtlamayı,eğer bu alanı
kısıtlayan,engelleyen ister teknolojik,isterse başka unsurlar olsun
ortadan kaldırılmalı ve geniş halk kesimlerinin faydalanacağı bir
duruma getirilmelidir. Bunu söylemekle herhangi bir düzenleme
olmasın demiyoruz. Mutlaka bazı düzenlemeler olmalıdır. Ancak bu
düzenlemeler engelleyici,zorlaştırıcı değil,çağa ve dünya şartlarına
uygun,kolaylaştırıcı ve teşvik edici düzenlemelerin yapılmasında
zaruret vardır. Bu düzenlemelerle bırakın engellemeyi daha yeni
ufuklar serilmelidir gençliğimizin önüne. İnternet sayesinde bu gün bulunduğumuz yerden borsayı,döviz
piyasasını,taşıt alım satımını,ülkenin istihdam alanlarını,sınav
sonuçlarını,vatandaşlık numaralarını(nüfus idarelerine gitmeden),Eşe
dosta mesaj ve elektronik mektup gönderilerini,öğrencilerin
okullarına dönem kayıtlarını bulundukları yerlerden
yaptırmalarını,kısa sürede sabıka kaydı çıkarmayı,anında para
havalelerini ve daha sayamayacağımız kadar bir çok kolaylığı ve
ekonomikliği sağlayan,hayatımızın bütün alanlarına girmiş olan
İnternet’e engeller koymak,ilme de, teknolojiye de,dünya şartlarına
da ters düşen bir uygulama olacaktır. Böyle bir durum yine bizlerin İnternet çağını da kaçırmamıza sebep
olacak ve böylece kaçırdığımız çağlara yeni bir çağ daha eklemiş
olacağız. İnternet tüm dünya insanının buluştuğu,tanıştığı ve tecrübelerini
paylaştığı bir dünya eğitim hattıdır. Kıymayalım. *** ***
BAŞARIYA KOŞANLAR İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
Ülkemizdeki
ekonomik ve sosyal sıkıntılar herkeste bir ümitsizlik, bitkinlik ve
karamsarlık meydana getirmiştir. Bir çok işyeri kapanmış,on binlerce
insan işsiz kalmıştır. Bütün bu karamsar tabloya rağmen,çalışanların
ve çalıştıranların yapabilecekleri çeşitli alternatifler her zaman
vardır ve olmalıdır da. Bu sıkıntıları kişi ve toplum bazında
aşabilmemiz için hepimizin üzerine düşen bazı görevler vardır. Her
şeyden önce,herkes kendi kabiliyet ve gücünü iyi
ölçüp,tartıp,yapabileceklerini başarma yollarını aramalıdır.
Çalıştıranlar, çalıştırdığı insanlardan en iyi verimi nasıl elde
edebileceğinin teknik ve yöntemlerini bulup uygulamaya
koymalıdırlar. İnsanlara iş yaptırmanın ve o işte başarı kazanmanın en kolay yolu,
iş yapacak insanlarda iş yapma arzusunu uyandırmaktan geçer. İş
yapma arzusunda olan insanların fizik gücünün yanında asıl beyin
gücünü de devreye sokarak,araştırıcı, yapıcı,buluşçu ve üretici
özelliklerini ortaya çıkarmak olmalıdır. İnsanlara zor kullanarak
yada tehdit ederek de iş yaptırmak mümkündür. Ancak bu tip
davranışlar sonradan katlanmak zorunda kalabileceğimiz ağır
faturaları da karşımıza getirebilir. İnsanlarda ki çalışma arzusunu ve beyin gücünü harekete geçirebilmek
için şu hususlara dikkat etmekte fayda vardır. -İçten,samimi,takdir ve iltifatta bulunmak. Ünü ve makamı ne olursa
olsun tenkit yerine, iltifat ve takdir görüp de gayrete gelmeyen hiç
kimseye rastlayamazsınız. -Çevresine kendisinden akıllı ve becerikli insanları toplamasını
bilenlerin başarısız olduklarına pek şahit olunmamıştır. -Çevresindekilere karşı samimi ve içten yakınlık
göstermek,sorunlarıyla yakından ilgilenmek, başarının fitilini
ateşleyen kıvılcım gibidir. Çünkü insanların yüzlerinde taşıdığı
ifadeler,sırtında taşıdığından daha önemlidir. -Gülümseyen,samimi ve sıcak davranışıyla beraber,ruhunu da katarak
sıkılmalıdır, sıkılan eller. -Korkulara ve ümitsizliklere kapılıp da hedefini değiştirmeyenler,
mutlak başarmaya koşanlardır. -Beyin gücünü hedefleriyle birleştirebilenler başarmaktan
kaçamayanlardır. -Her türlü engele,sabır ve azimle direnebilenlere fırsatlar her
zaman doğabilir. -İnsanların gönüllerini kazananlar kazanmak zorunda kalanlardır.
Çünkü bir damla balın bir varil ziftten daha fazla arıyı
toplayabileceği herkesin malûmudur. -İşini bilen insanlarla çalışanlar, hedeflerine namzet
olabilenlerdir. -Tembellik ve uyuşukluk göstermeyenler ancak başarının hazzını
yaşayabilenlerdir. -Sürekli yenilik peşinde koşanlar ve günün şartlarına,taleplerine
göre uyum sağlayabilenler istediği burca bayrağını dikebilirler. Bütün bunların karşısında,azmini kaybeden,karamsarlığa düşen,çeşitli
bahanelerle işini savsaklayan veya ümitsizlik batağına saplananlar
başarısızlığa demir atanlardır.
TEBRİKLER “GÜNEŞ VE YILDIZLAR”I İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk.net 2002 Dünya kupası,Türk milletinin bütün sıkıntılarına rağmen bir
moral,kendine güven ve başarı tabloları oluşturmasına sebep
olmuştur. Bizler kendimizi bileliden beri o kadar arzulamamıza
rağmen,dünya çapındaki böyle başarılara her zaman hasret kaldık. Her
uluslararası karşılaşmada, statlardan veya televizyon başlarından
hüsranla ayrılırdık. Bütün Avrupa takımlarıyla yapılan maçlarda
istisnalar hariç her zaman yenilmekle kalmaz,Avrupalıların
karşısında ezilirdik,kahrolurduk. Bu başarısızlıklara bir nevi kendimiz de zemin hazırlardık. Neden
mi? çünkü günlerce önceden karşılaşacağımız takımların başarıları
anlatıla anlatıla bitirilemezdi. Daha maça çıkmadan önce hem
sporcularımız hem de halk olarak bizler psikolojik olarak
ümitsizliğe kapılır,tabi ki sonuçta yenilirdik. Bu defa tersinden başladık. Yani maçlar bittikten sonra aynı şeyleri
yapmaya başladık. Dünya kupasında ki ilk maçımızdan sonra milli
takımımız adeta linç edilmek istendi. Hem de kim tarafından biliyor
musunuz? Spor konusunda ahkâm kesenler tarafından. Özellikle Brezilya ve ardından Kostarika maçı sonrası milli
takımımıza yapılmadık hakaretler ve söylenmedik ağır sözler
bırakılmadı. Çin’i 3-0 sıfır yenmemize ve tur atlamamıza rağmen bu
ağır eleştiriler devam etti. Japonya maçı öncesi de Japon’ların çok güçlü olduğundan
tutunda,maçta onları kimsenin tutamayacağını,açıkça söylenmese de
yenilmekten başka çaremizin olmadığını söylemeye kadar vardıranlar
oldu. Ama Şenol Güneş ve yirmi iki Aslanı,görüldüğü gibi Japonya’yı hem de
kendi evinde dize getirip dünya kupasına veda biletini kesiverdi.
Bizlere de bu Aslanlar, Türkiye tarihinde yaşamadığımız başarı ve
sevinçleri yaşatmışlardır. Dileriz ekonomi ve diğer alanlarda da
aynı başarıları yaşama mutluluğuna kavuşuruz. Evet tebrik ediyoruz Şenol Güneşi ve yirmi iki yıldız futbolcusunu.
Bize hayatımızda yaşamadığımız başarıları yaşatmakla kalmadılar
Türkiye’nin dünya haritasında yerini bile bilmeyenlere çizgi
çizgi,harf harf öğrettiler. Ayrıca ağır söz ve hakaret sahiplerine,çeyrek final oynama
başarılarıyla gereken cevabı da fazlasıyla vermiş oldular. Dünya kupası favorilerinden Brezilya’ya 2-1 yenilmemizden sonra bir
çok spor yazarımız ve eleştirmenlerimiz maalesef başta Milli
takımımızın teknik direktörü Şenol Güneş ve Futbolcularımızı yerden
yere vurarak söylemedikleri söz ve etmedikleri hakaretler kalmadı.
San ki karşılarında bir düşman takımı vardı. Değil ki düşman takımı
bile olsa,kimsenin kimseye hakaret etme hakkı yoktur. Üstelik
Brezilya’ya herkesin ittifak ettiği şekilde bir hakem hatasıyla
yenilmemize rağmen. İnsan kendi kendine sormadan edemiyor. Bu kadar acımasızca,milli takım ve çalıştırıcısına niçin
saldırılıyor? Bu takım bilerek ve kasıtlı olarak mı yenildi yoksa? Bu hakaretleri milli takımımız hak etti mi? vb. Bütün bu saldırı ve hakaretlerin altında sonradan anlaşıldığına göre
milli takımımızın yöneticileri ve futbolcuları öyle bir suç
işlemişler ki affedilecek gibi değil. Neymiş bu suç biliyor musunuz
? topluca Cuma namazına gitmeleriymiş. Beyler biraz insaf sahibi
olun insaf. Bir çok rakip takımın futbolcu ve yöneticilerini sahaya
çıkarken veya gol attıklarında “Haç “ çıkartırken görüyoruz. O zaman
hiç kimse onları eleştirmediği gibi taktir edildiklerini biliyoruz.
Böyle kendi moral değerlerini horlayan ve aşağılayan hiçbir toplum
kesimi,öyle sanıyorum ki dünya üzerinde yoktur. Milli takımımızın 22 haziran 2002 günü saat 1430 da Senegal’le
oynayacağı çeyrek final maçını da kazanarak yarı finale kalacağına
yürekten inanıyoruz. Milli takımızın azim ve kararlılığını televizyonlardan görünce bu
ekibin finali de oynamaması için hiçbir neden yok. Başarmak
isteyenlere bütün engeller,geçmeleri için yol verir. Bu azim ve
kararlılığı milli takımımızda görmek mümkün. Ne kadar tersini
savunanlar olsa da. Tebrikler Şenol Güneş ve onun kahraman dünya yıldızları.
SELÂM
OLSUN “GÜNEŞ VE YILDIZLAR”NA İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
Futbol
tarihimizde,yaşamadığımız,hatta hayalimizden bile geçiremediğimiz,en
büyük başarı ve zaferleri 2002 dünya kupasında yaşıyoruz. 22 Haziran
2002 Cumartesi günü Senagal’le oynadığımız çeyrek final maçında
Senegal’i Altın bir golle saf dışı bırakmamız öyle sanıyorum ki
bütün Türk milletini 7’den 70’e sevindirmekle kalmamış,sevinç göz
yaşlarımızın akmasına da sebep olmuştur. İlhan’ın attığı o Altın golün fileleri bulmasıyla birlikte
oturduğumuz yerden fırlayarak başlarımız neredeyse tavana vurdu. Golle birlikte hem gooool diye bağırıyor hem de gözlerimden sevinç
göz yaşlarının yanaklarıma doğru aktığını fark ettim. Böyle bütün
dünyanın gözlerinin üzerinde olduğu, dünya çapındaki bir
karşılaşmada,bu kadar coşkulu bir sevinç ve mutluluk yaşamamıştık
çünkü. Selâm olsun,bütün dünyaya Türk’ün sesini duyuran Aslanlara. Selâm olsun, zafere susamış milletimize dünya çapında hediye
ettikleri büyük zafere. Selâm olsun Türkiye’yi nokta nokta bütün dünyaya ezberletenlere. Selâm olsun “güneş ve yıldızlar”ına.
Evet bu karşılaşmalarda gördük ki,Güneş ve yıldızlarına en büyük
engeller geçmeleri için selâma durmuştur. Bu başarı karşısında,aman Allah’ım bu günleri de mi görebilecektik
demekten kendimizi alamadık. Demek ki istenirse,her alanda,dünya çapında böyle başarılara imza
atmamız mümkün. Önceki yazımızda belirttiğimiz gibi bu ekibimiz final oynamaya ve
dünya şampiyonu olmaya namzettir. Senegal maçında da görüldüğü gibi
bütün dünya takımlarından eksiklikleri yok fazlalıkları var. Milli takımımızın dünya şampiyonu olmaması için hiçbir neden yoktur.
Tüm dünyanın da şahit olduğu gibi,şu anda milli takımımız dünyanın
en büyük dört takımından biri oldu. Selâm olsun yöneticisinden futbolcusuna ve bütün emeği geçenlere. Bu arada en büyük dileğimiz,büyüklerimizin de bu sevinç ve
mutluluklarımızı fırsat bilerek gaza,yağa,gıdaya,petrole vb
maddelere zam yaparak,bu coşkulara kibrit suyu dökmemeleridir. Hiç olmazsa gülmeye bile hasret kalmış milletimiz,bütün sıkıntıları
bir tarafa bırakarak,doya doya,coşkusunu ve sevincini kısa bir
sürelik de olsa yaşasın. Tüm vatandaşlarımızın ellerinde bayraklarla bir anda sokaklara
dökülmesi millet olarak bu tür başarılara ne kadar hasret olduğumuzu
gözler önüne sermiştir. Millet olarak arzumuz yarı finali de
alarak,finali oynamak ve oradan da dünya şampiyonu olarak kupayı
havaya kaldırmaktır. Milli takımımıza inanıyor ve güveniyoruz. Çünkü onların azim ve
kararlılıklarını görünce,zafere ulaşmamaları veya dünya şampiyonu
olmamaları için hiçbir sebep yoktur. Çünkü zafer,zafere inananlarındır.
FUTBOL BÖYLE OYNANIR VE MUHTEŞEM DÖNÜŞ İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
Tarihte ilk defa ata sporlarımızdan olmayan bir spor dalında daha
dünya üçüncüsü olduk. Bu başarıyı gösteren teknik adamından
futbolcusuna ve bütün emeği geçenleri kutluyoruz. Daha önce de
Tekvando da vb sporlarda dünya şampiyonu olmuş,fakat bu spor dalları
futbol gibi herkesi ilgilendirmediğinden belki de bir çoğumuzun
haberi bile olmadı. Ancak futbol öyle değil. Dünyadaki bütün
toplumları çocuğundan-yaşlısına ve kadınından-erkeğine herkesi
ilgilendiren bir spor dalı olması,dünya üzerindeki etkisi ve önemi
bakımından daha büyüktür. 2002 Dünya futbol kupasında millilerimizin dünya üçüncüsü olması
bizlerin ekran başında göz yaşlarımızın akmasına sebep olmuştur.
Çünkü her hangi bir spor dalında ömrümüzde bu kadar sevinç
gözyaşları dökme fırsatı yakalayamadığımız gibi dünya çapında yaygın
olan böyle bir spor karşılaşmasında her hangi bir derece de
yapamamıştık. Ay yıldızlı bayrağımızı dünyanın her köşesinde,hatta her evinde
televizyonlar yardımıyla dalgalandırma fırsatını yakaladık. Bu
sayede Türkiye’yi dünya haritası üzerinde bilmeyenlere ve Türk
insanını tanımayanlara kelime kelime öğretmiş ve bütün dünyaya
futbolun nasıl oynanacağını Kore ve Japonya’da olağanüstü güzellikte
göstermiş olduk. Böylece bütün dünyaya futbol işte böyle oynanır
dedirttik. Türkiye’nin tüm bütçesiyle bile yapamayacağımızdan daha fazla
tanıtımını,Şenol Güneş ve Aslanları gerçekleştirmiştir. Bu
Aslanlarımıza hangi ödülü verirseniz veriniz,yaptıklarının
karşılığını vermemiz mümkün değildir. Hepsini tebrik ediyoruz. Ayrıca oynadığımız futbolla ve gösterdiğimiz medeni
davranışlarla,bir çok dünya basınının da vurguladığı gibi insanlığa
medeniyet ve kardeşlik dersi verilmiştir. Hele o Kore karşılaşması ve sonrasındaki görüntüler yok mu,böylesi
ne yaşanmış ne de görülmüş bir manzaraydı. Bütün dünyaya Türk’ün ne
olduğunu ve medeni seviyesini göstermesi bakımından oldukça önemli
bir enstantenedir. Şunu da gördük ki bizler istersek,sadece sporda
değil,teknolojide,ekonomide,bilimde ve daha bir çok alanda dünya
çapındaki başarılara imza atmamız mümkündür. Yeter ki kendimize
güvenelim,başarmak için her türlü olanağı kullanalım,toplumumuzun
önündeki gelişmemize mani her türlü anlamsız didişme,karalama,köşe
dönmecilik vb gibi engelleri kaldıralım. İlim ve teknolojiyi
hayatımıza rehber edinelim. Milli takımımızın göstermiş olduğu bu başarı,öyle sanıyorum
ki,toplumumuzdaki bizden adam olmaz,biz dünya ile yarışamayız,bizim
dünya çapında bir markamız bile yok düşüncelerini yıkması bakımından
önemli bir merhale olacak. Millilerimizi dünya kupası için Kore’ye gönderirken daha ilk eleme
maçlarında elenip geri döneceğimizi,bu dünya devleri arasında varlık
gösteremeyeceğimizi söyleyenler neler düşünüyor bilmiyorum
ama,alınan sonuç öyle gösteriyor ve haykırıyor ki,artık bu alanda
bizim de bir çift söz söyleme hakkımızın olduğunu dost düşman herkes
kabul etmek zorunda kalmıştır. Millilerimizin 30.06.2002 Pazar günü akşama doğru dönecek
olması,vatandaşlarımızı daha öğle saatlerinden itibaren İstanbul’un
taksim meydanına akın etmesine sebep olmuştur. Gecenin geç saatlerinde dönen millilerimizi,on binlerce vatandaşımız
ellerinde Türk bayraklarıyla,tarihi olduğu kadar muhteşem sevinç
gösterileriyle karşılamışlardır. Milli takımımızın bütün teknik kadro ve sporcularına hoş geldiniz
diyor,2006 yılında yapılacak olan dünya kupasına da katılacaklarına
inanıyor ve şimdiden başarılar diliyoruz.
BİR DİLİM EKMEK İÇİN
İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk.net
Çağımızda A.B.D ve A.B gibi bazı ülke insanları,fazla beslenme
sorunları yaşarken, bazıları da maalesef bir dilim ekmeğe muhtaç bir
şekilde,bütün sevdiklerini geride bırakarak,tek tek veya ailecek her
türlü tehlikeleri göze alarak,varını yoğunu,her şeyden önce
vatanını,akrabasını, komşusunu geride bırakarak,karnını
doyurabilecek bir ekmek parası kazanabilmek için yollara
düşmektedir. Bu yolculuk öyle bir yolculuk ki menzile ulaşabilmek için canından
bile olabilme ihtimali oldukça yüksek. Her gün basından,televizyonlardan içimiz burkularak izliyoruz.
Yüzlerce insan, yolcu taşımaya pek de elverişli olmayan tırlara veya
gemilere doluşarak,yarının kendilerine neler getireceğini bilmeden
denizlerin o azgın dalgalarıyla boğuşarak Avrupa ülkelerine doğru
yola çıkmaktalar. Ne yazık ki bir çoğu taka teknelerle yapılan bu yolculuklar hüsranla
sonuçlanmaktadır. Teknelerin aşırı yolcu almaları nedeniyle bir çok
tekne daha ulaşacağı yere varmadan Ak denizin o mavi sularına
gömülmekte ve bir çok insan da hayatını kaybetmektedir. Peki son zamanlarda bu tip olaylar niçin çoğaldı,bu insanlar
evlerini,yurtlarını bırakarak niçin böyle tehlikeli yollarla batı
ülkelerine kaçmaya çalışıyorlar, bunun üzerinde durmak gerekiyor
sanırım. Dünyadaki iletişimin her alanda zirveye çıktığı çağımızda,hızlı
ulaşım,televizyonlar,otomatik telefonlar ve internet kanalıyla
dünyanın herhangi bir yerindeki bir insan,dünyanın bir başka
yerindeki insanlarla gayet rahat iletişim kurabilmekte, dünyanın her
yeriyle ilgili bilgiler edinebilmekte,dolayısıyla kendi sosyal ve
ekonomik durumunu Avrupa’daki veya A.B.D’deki diğer insanlarla
kıyaslayabilmektedir. Böylece kendi durumunun hiç de iç açıcı olmadığını anlayan insanlar
fırsat bulduğunda,fırsatlar ülkesi olarak düşündüğü ülkelere kaçma
yollarına başvurmaktadır. Her şeyden önce vatanlarını ve yakınlarını geride bırakarak yola
çıkan bu insanlara baktığımızda hepsinin ortak özelliği ülkelerinin
fakirlik ve yoksulluk içerisinde olmasıdır. Yani ülkelerinde iş
bulma ve ekmek parası kazanabilme olanakları oldukça sınırlı,yoksul
ve fakir insanlar bunlar. Kaçak veya yasadışı göçmenler de dediğimiz bu
insanlar,Çin,Afganistan,Pakistan,Bengaldeş, Irak,İran,Suriye,Somali
vb ülke insanları olduğu görülmektedir. Ne acıdır ki ülkemiz insanlarından da,son zamanlarda kaçmaya
çalışanların sayısının oldukça arttığına şahit olunmaktadır. Peki gelişmiş veya zengin denilen ülkelerin bu zenginlikleri nereden
geliyor? Sadece kendi ülke kaynaklarını değerlendirerek mi? Yoksa fazla çalışmalarından mı? diye sorulabilir.
Mutlaka bunların etkisi büyük. Ancak bu ülkelerin,zenginliklerinin
büyük bir kısmı,geri kalmış veya fakir dediğimiz ülkelerin yer altı
veya yer üstü kaynaklarının bir şekilde o ülkelere aktarılmasıyla
oluşmuştur. Bu akış halihazırda devam etmektedir. Yine bu zengin dediğimiz ülkeler,son zamanlarda,bizim birinci
derecede akraba olduğumuz,ama bizim değerlendiremediğimiz,Orta Asya
cumhuriyetlerindeki paha biçilmez yer altı ve yer üstü kaynaklarına
da göz dikmişlerdir. Görüyoruz ve biliyoruz ki bu ülkelerin kaynakları,ne kadar hüzün
verici de olsa,yine aynı sömürgeci güçlerin kontrolüne girmektedir.
Bütün dünyada pazarlık konusu edilen ve hatta savaşlar çıkarılan bu
bölgede yine aynı aktörler sahnede boy göstermektedirler. Dolayısıyla dünyadaki bu açlık,fakirlik,yoksulluk,savaş ve göz
yaşlarının sebebi, adaletsiz kaynak bölüşümüne neden olan,sömürücü
ve yoksullaştırıcı dünya düzenini yürütenlerdir. Yoksa bütün insanlar,kendi ülkesinin kaynaklarından adaletli bir
şekilde faydalanma olanağı bulabilse,insanca yaşayabilecek bir gelir
düzeyine kavuşabilse,bir dilim ekmek için,kişinin veya bütün aile
fertlerinin hayatına mal olabilecek,böyle tehlikeli,sonu belirsiz
yolculuğa niye çıksınlar.
FATİH'İN TOP VE KADIRGALARI İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk.net
Tarihte öyle olaylar yaşanmıştır ki,bu olaylar dünya tarihinin
seyrini değiştirmiş ve yeni başlangıçlar oluşturmuştur.
Alparslan’nın malazgirt zaferi Anadolu’yu Türk yurdu yapmış,Fatih’in
İstanbul’u fethi orta çağa son verip yeni bir çağ
başlatmış,matbaanın bulunuşu bilginin yayılmasında büyük bir devrim
meydana getirmiş,Fransız ihtilali yeni bir çağ açmakla kalmamış
toplumların benliklerini, değişim ve gelişim isteklerini
ateşlemiştir. Biz bu yazımızda İstanbul’un fethini ve Fatih’in çağa damgasını
vuracak olan yeni buluş ve tekniklerinden bahsedeceğiz. Devletin başına geçer geçmez,İstanbul’un fethini gerçekleştirecek
olan II.Mehmet(Fatih),bütün toplumsal ve teknolojik hazırlıklarını
tamamlamak için her türlü çalışmayı yapmaya başlamıştır. II.Mehmet(Fatih) daha çocukluk yıllarından beri İstanbul’u
fethetmeye karar vermiş,bütün düşünce ve planlarını bunun üzerine
kurmuştur. Genç Padişahın hedefi, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in,
“Bizans’ı fethedecek komutan ne güzel komutan,o asker ne güzel
askerdir” sözünü gerçekleştirmek ve onun övgüsüne layık olmaktı. İstanbul’un fethini kolaylaştıracak olan en büyük nedenlerden
biriside Bizans devletinin çürümüşlüğü ve halka karşı acımasızca
uygulamalarıdır. Bizans halkı fetihten önce baskı ve zulüm altında
inim inim inlemektedir. Adeta Türkler’i sabırsızlıkla
beklemektedirler. Baskı ve zulümden gına getirmiş olan Bizans
halkı,“Başımızda Kardinal külahı görmektense,Türk sarığı görmeyi
tercih ederiz” demektedir. Bu sözleri söyleten tabi ki Türk
milletinin yüksek ve evrensel hasletleridir. İşte bu hasletler
neticesindedir ki yüz yıllardır ayakta durmasını başarabilen Bizans,II.Mehmet(Fatih)
ve orduları karşısında diz çökmek zorunda kalacaktır. Bizans’ın bu çürümüş toplum yapısının yanında Osmanlı Türk toplumu,
adalet,dayanışma,sosyal yapı yönünden zamanının en ileri toplum
yapısına ulaşmıştır. Toplumunun durumunu yerinde görmek isteyen II.Mehmet(Fatih),defalarca
tebdili kıyafet yaparak halkın arasına karışıp,bir fiil halkın
durumunu kendi gözlemlemiştir. Halkın birlik ve
beraberliğini,dayanışmasını ölçmek için,bir gün bir bakkala
girip,bir miktar un almak ister. Bakkal yeni müşterisine
derki;”kardeşim ben sabah siftahımı yaptım,var git şu yanımdaki
komşum daha siftah yapmadı,un’unu ondan al” diye karşılık verir.
Başka bir gün yine,yolu üzerinde rastladığı peynirciye girer. Ondan
da bir miktar peynir tartmasını ister. Yine benzer bir davranışla
karşılaşır. Halkın birbirine böylesine gönülden gelen dayanışmasını
gören Fatih,toplumunun bir fetih toplumu olduğunu daha iyi anlamış
ve yanındakilere; “halkımızın durumunu görüyorsunuz. Bu halkla ben
değil Bizans’ı, dünyayı fethederim, ya ben Bizans’ı ya da Bizans
beni alır” der. İstanbul’un fethinde, o zamana kadar dünya tarihinde eşi ve benzeri
görülmeyen yeni teknik ve yöntemler bulunmuş ve uygulanmıştır.
Bunların başında ilk uzun menzilli ve barutla atış yapan toplar
geliştirilmiş, tarihe meydan okuyan Bizans surları ,II.Mehmet(Fatih)’in
askerleri tarafından atılan ve uzun mesafeden kalın kale duvarlarını
delik deşik eden o top gülleleri,İstanbul’un fethini kolaylaştıran
en büyük teknik araçlardan birisi olmuştur. Bu buluş,bugünkü bin-ikibin
kilometre menzilli füzelerin gelişmesine de temel oluşturmuştur. Bu
topların bulunup geliştirilmesi ve İstanbul’un fethinde
kullanılmasından sonra savaşların seyri de değişmiştir. Hele o günkü şartlarda onlarca kadırganın karadan yürütülerek denize
indirilmesi,o zamana kadar ne görülmüş nede duyulmuş bir olaydır. Bu
olayı duyan bütün dost ve düşman herkes şaşkına dönmüştür. Çok
sayıdaki kadırganın Levent’lerin kızaklar üzerinde
kaydırarak,karadan yürütülüp halice indirilmesi İstanbul’un fethine
neredeyse nokta koyan bir olaydır. Bundan sonra artık Bizans
dayanamamıştır. II.Mehmet(Fatih) işte bütün bu inanılmaz gözüken
teknik ve yöntemleri, İstanbul’un fethinde uygulamaya koyarak
başarılmaz denileni başarmıştır. İlim ve teknik adamlarını yanından hiç ayırmayan ve onlara her türlü
desteği veren II.Mehmet(Fatih), 21 yaşındaki genç bir padişah
olarak,29 mayıs 1453 tarihinde,yanında ünlü hocası Ak Şemsettin’in
manevi ve ilmi desteği ile birlikte,İstanbul’u fethederek tarihin
akışını değiştirmiştir. “Orta çağ”a son vererek “yeni çağ”ı
başlatmıştır. İstanbul’un fethiyle Osmanlı cihan devletinin kapıları
ardına kadar açılmakla kalmamış Anadolu tamamen Türk yurdu olmuştur
diyebiliriz. Artık bundan sonra II.Mehmet de, Fatih diye
anılacaktır. Evet Fatih’in o müthiş top ve kadırgaları,dünyanın olamaz dediğini
gerçekleştirmiş,tarihin akışını değiştirmiş ve Anadolu’yu ebedi Türk
yurdu olarak,bir daha elimizden çıkmamak üzere tapusunu,bizlere
teslim etmiştir. 29 mayıs 2002 Çarşamba günü(bugün) kutlanacak olan,İstanbul’un
fethinin 549.yıl dönümünü kutluyoruz.
GENÇLERİ İŞSİZ,AŞSIZ VE EKMEKSİZ
BIRAKMAYALIM İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk.net
Ülkeleri ayakta tutan ve devamını
sağlayan,geleceğe ümitle bakmalarının garantisi olan genç nesle,her
ülke gerekli önemi vermek zorundadır. Gençlerin geleceğe yönelik
eğitilmesi,iş sahibi olmaları,o bitmez tükenmez beyin ve fizik
enerjilerini,üretimde ve ülke kalkınmasında daima motor gücü olarak
kullanmak gerekir. Dünyanın en genç nüfusuna sahip ülkelerinin
başında Türkiye gelmektedir. Ülkemiz nüfusunun kahir ekseriyeti genç
nüfustan oluşmaktadır. Ancak bu genç kuşağa gerekli önemi
verdiğimizi söyleyemeyiz. Bir çok eğitilmiş gençle birlikte,eğitim
olanağı bulamamış milyonlarca yeni kuşak maalesef işsiz güçsüz
dolaşmakta,yarınından endişeli olarak iş,aş ve ekmek parası
kazanabileceği günleri beklemektedir. Halbuki ülkemiz öyle bir
konumdaki,fakir olması için bütün dünya bir araya gelse bunu
başaramamaları gerekir. Çünkü ülkemiz o kadar önemli bir
konumdaki,dünyanın kritik su yollarının merkezinde,üç tarafımız
denizlerle çevrili,yer altı ve yer üstü kaynakları bakımından hala
bakir,Uranyum ve bor gibi en stratejik madenlerin ülkemizde olması,
dünyanın pazarı kabul edilen petrol ve gaz zengini ülkelerin kapısı
olması,üç kıtanın bir birine geçiş noktasında bulunması,dünyada
hiçbir ülkenin elinde bulunmayan olanaklardır bunlar. Bütün bunlara
rağmen kişi başına düşen milli gelirimiz 20.000$ dolarlarda değil
de,2000$ dolarlarda olması ve geri kalmış fakir ülkeler arasında
bulunmamız doğrusu anlaşılacak gibi değil. Son açıklanan rakamlara
göre resmi işsizlik oranı çalışabilir nüfusun yaklaşık %10’dur.
Gizli işsizlikle beraber işsizlik oranı öyle anlaşılıyor ki
%15-20’leri bulmaktadır. Bir ülke için bu oranlar çok yüksek olmakla
kalmayıp,büyük tehlikelerin de belirtisi olabilmektedir. Gelişmiş
ülkelerde %2-3 gibi bir işsizlik oranı,o ülkeler için en büyük
tehlike olarak kabul edilmekte ve hemen gerekli tedbirler
alınmaktadır. Ne yazık ki ülkemizde işsizlik artıkça artıyor fakat
görünürde buna ne bir çare ve ne de bir önlem alınıyor. Eğer böyle
giderse yakın gelecekte ülkemiz bu günkünden daha tehlikeli ve önü
alınamaz problemlerle karşı karşıya kalabilir. Bu gün bir çok genç
insanla görüştüğümüzde,iş bulamadıklarından,hala babalarının verdiği
cep harçlığına mahkum olduklarından,hiç olmazsa askari ücretle bile
iş bulabilseler kendi ihtiyaçlarını karşılayabileceklerinden söz
etmekteler. Her gün boş boş sokaklarda dolaşmaktan,kahve köşelerinde
boşu boşuna ömür tükettiklerinden söz ederek,bizim halimiz ne olacak
bilmiyoruz demektedirler. Hak vermemek mümkün değil. En verimli
olabilecekleri bir çağda,kendilerinin geçimini sağlayabilecek her
hangi bir iş bulamıyorlar. Evlenmeye kalksalar en büyük engel
işsizlik. İş kurmaya kalksalar sermaye yok. Geriye ne kalıyor maddi
sıkıntılar içinde işsizler ordusuna katılmak. Ülkemizde işsizliğe
çare bulunması aslında pek o kadarda zor olmasa gerek. İstihdam
oluşturacak insanların önündeki,anlamsız ve gereksiz bütün
bürokratik engeller ve ağır vergi yükü kaldırılsa,öyle inanıyorum ki
ülkemiz insanı girişimci gücünü ortaya koyarak büyük iş alanları
oluşturabilecek,hatta kendi işini kendisi kurarak bu problemi
kökünden halledecek. Fakat vergi yükü ve bürokratik engeller
insanları canından bezdiriyor. Bunları iş kuran ve kurmaya
çalışanlar çok iyi bilir. Üstüne üslük birde çağımız anlayışına
aykırı,kırmızı sermaye mi,yeşil sermaye mi gibi ayrımcı ve istihdamı
engelleyici söylenti ve uygulamalar,istihdam oluşturma
teşebbüslerini engellemektedir. Vatandaşımız da işte böyle anlamsız
engellerle uğraşmaktansa, ne yapıyor,alıyor parasını en kolay
kazanma yolu olan bankaya götürüp yatırıyor. Ne işçiyle,ne
bürokrasiyle,nede vergiyle uğraşıyor. Üstelik uyurken bile
kazanıyor. Ülkemizin en büyük handikabı genç neslimizi istihdam
edecek,,üretime yönelik,üretken,zincirleme yatırımlar
oluşturamamaktır. Ne yapıp edip Türk insanının ufkunu
daraltan,girişimci ve üretimci gücünü sınırlayan,bütün engellerin
kaldırılması gerekir. İşte bütün bu engeller ve çağımızla ters düşen
anlamsız uygulamalarla,ne acıdır ki,paha biçilmez genç
nüfusumuzun,enerjisinden, üretkenliğinden faydalanmamızı
kösteklediğimiz gibi,gençlerimizi en verimli çağlarında,sokak ve
kahve köşelerinde işsiz,aşsız ve ekmeksiz bırakıyoruz.
DÜNYA BARIŞ İSTİYOR AMA,YA O BİRİLERİ İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net Dünya
üzerinde insan var olalı beri,hep birileri,birileriyle mücadele ede
gelmiştir. Bu mücadele Habil ile Kabil’den beri süre gelmiş ve devam
etmektedir. Bazen Habil ile Kabil’in mücadelesinde olduğu gibi
kıskançlık ve çekememezlikten,bazen başta toprak olmak üzere çeşitli
maddi menfaatlerden,bazen de şan,şöhret yada meydan okuma gibi hissi
üstünlüklerin galebe çaldığı durumlarda söz konusu olmuştur. Bu
mücadelelere ister savaş diyelim,ister harp diyelim,ne dersek
diyelim,eğer insanlık bundan zarar görüyorsa ki öyledir,niçin hala
21.yüzyılda sudan bahanelerle savaşlar
çıkarılır,çocuk-kadın,yaşlı-genç demeden insanlar toptan imha
edilmeye çalışılır anlamak mümkün değil. İnsanların hizmetine
sunulması gereken bütün olanaklar,ne acıdır ki insanları imha
etmekte kullanılmaktadır. Doğrusu bu durum anlaşılacak gibi
değildir. Son günlerde yine çok yakın komşumuz olan Irak’a bir ABD
saldırısı söz konusu olmaktadır. Umarız böyle bir şey gerçekleşmez.
Bu saldırının asıl sebebini,öyle sanıyorum ki bütün dünya kamu oyu
gibi bizlerde anlamakta güçlük çekmekteyiz. Söz konusu saldırı
planları ister istemez insanın aklına şu soruyu getiriyor. Acaba ABD
ekonomisinin ve sanayisinin bel kemiğini oluşturan silah sanayii
zorda da,onu kurtarmak için mi böyle sudan bahaneler
uydurularak,savaş çıkartılmak isteniyor? Sanıyorum en büyük amil de
bu olsa gerek. Çünkü her ABD başkanı ne yapıp edip kendi başkanlık
döneminde,yani her 3-5 yılda bir,mutlaka bir savaş çıkarıp veya bir
savaşa taraf olup,öyle veya böyle lehlerine bir sonuç çıkartarak
başkanlıktan ayrılıyor. Bizim gözleme fırsatını yakaladığımız bütün
ABD başkanları hep bunu yapmışlardır ve yapmaya da devam
etmektedirler. Eğer dünyada 5-7 yıl gibi bir süre barış olsa,hiçbir
savaş tehlikesi oluşturulmasa,ABD ekonomisi,aynen Sovyetler Birliği
ekonomisi gibi çökebilir ve ABD dağılabilir. İşte bundan korkulduğu
için,belki de durmadan dünyanın değişik bölgelerinde anlaşmazlıklar
körüklenerek,savaşlar çıkarıp veya çıkartılıp devamlı silah üretimi
ve ticareti ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Ancak bu yöntemin
ilelebet işe yarayacağı da düşünülmemelidir. Artık dünya kamu oyu,
yavaş yavaş bunun farkına varmaya başlamıştır. Nasıl ki Sovyetler
Birliğini ayakta tutan öcüler,”yeniden yapılanma” ve “yumuşama”
sözcüklerinin gündeme girmesiyle tuz buz olarak ayakta
kalamadıysa,dünyada oluşturulabilecek 5-7 yıl gibi bir barış rüzgarı
da ABD’nin çöküşüne neden olabilir. Niçin 5-7 yıl diye sorulabilir
belki de. Çünkü yeni seçilen bir ABD başkanının görev süresini
aşacak bir süredir bu süre. Seçilen Başkanlar,normal başkanlık
süreleri içinde hem ülkeleri,hem de dünya çapında adından söz
ettirecek öyle bir icraat yapmalılar ki,hem silah sanayiine dayalı
ABD ekonomisine büyük bir destek olsun,hem de dünya çapında akis
bulsun. Sayılan bu sebeplerden dolayı,dün Vietnam’da olduğu
gibi,bugün de Afganistan ve Irak’ta,yarında Pakistan ve Hindistan
gibi ülkeler arasında,sudan bahanelerle saldırı ve karışıklıklar
çıkartılarak ve silah pazarları oluşturularak,kendilerini ayakta
tutan ekonomik dayanakları güçlendirmektedir. İşte 5-7 yıl gibi bir
dünya barışı,başkanlara bu fırsatı vermeyeceğinden ve üretilen
silahların kullanma alanları ortadan kalkacağından dolayı,büyük bir
ekonomik krizle karşı karşıya kalacak olan ABD,belki de dağılmayla
karşı karşıya kalabilecektir. Çıkarılan bu gibi savaşlarda da,olan
yine bizim gibi ülkelere olmaktadır. Daha önceki körfez savaşında
olduğu gibi,eğer Irak’a tekrar saldırılırsa,en büyük sıkıntıyı yine
bizim ülkemiz ve vatandaşlarımız çekecektir. Herkesin bildiği
gibi,biz hala körfez savaşının acısını çekmeye devam ediyoruz.
Savaşı çıkaranlar ise,kasalarını buralardan şişirmeye devam
etmektedirler. Bu anlamsız savaşlar neticesinde,bizim kazancımız ise
maalesef şunlar olmaktadır. Sınır ticaretlerimiz sona ermektedir.
Ezilen taraf olan Irak ekonomisi büyük oranda yok edildiğinden,alım
gücünün azalması neticesinde,karşılıklı ticari hayat durmaktadır
Irak’la,dolayısıyla Ortadoğu ülkeleriyle yapılan ticaretin
azalmasıyla,ülkemizin istihdam olanakları oldukça daralmaktadır.
Fakirleşen ve sefilleşen insanlarda,savaşı yapan ABD ve İngiltere
vatandaşı değil,ne acıdır ki bizim vatandaşımız olmaktadır.
Ekonomisi çöken,savaşı başlatanlar değil,saldırıya maruz kalanlar ve
bizim gibi savaşa komşu olanlardır. Zaten ekonomisi bıçak sırtında
olan savaş komşusu bizim gibi ülkeler de,sanki savaşı kendileri
yapmış gibi en acımasız kıtlığı,çekmek zorunda kalmaktadırlar. Bütün
bu sıkıntı ve acıları çeken bizler ve top yekûn dünya
insanları,savaş değil barış istiyor ama,ya o birileri ne
istiyorsa,maalesef yine de,o oluyor.
FENER PATRİĞİNİN CÜRETİ İSMAİL SARIÇAY e-mail: isaricay@turk.net Anlaşıldığına göre İstanbul Fener patrikhanesinin ezeli emelleri
halâ gizliden gizliye devam etmektedir. Bunların başında,İstanbul’un
tekrar alınması,patrikhanenin “Kin kapısı”denilen kapısının,orada
bir Türk büyüğünün asılmasına kadar açılmaması ve Heybeli ada Ruhban
okulunun açılması v.b. emelleridir. Fener patriği Bartemalous’un son
A.B.D gezisi dönüşünde söylediği sözler,Fener patrikhanesinin tarihi
gizli emellerini,artık gizlemeye bile gerek duymadan bütün basın
önünde açıklamakta bir sakınca görmemesidir. Sayın Patrik kendi
ağzından “Ekümenük (Evrensel patrik)” olduğunu ve Heybeli ada Ruhban
okulunun açılması gerektiğini açık açık söylemekte herhangi bir
sakınca görmüyor. Üstelik bu okulu kendi istekleriyle,kendileri
kapatmasına rağmen. Öyle anlaşılıyor ki Patrik,Vatikan benzeri bir
devlet hedefliyor. Türkiye’nin başı ne zaman bir derde girse veya
sıkışsa,ülkemiz üzerinde emelleri olanlar ,bu gizli emellerini oraya
çıkarmakta gecikmiyorlar. Tabi bunların arkasında da her zaman
olduğu gibi yine Avrupa’lar hemen saf tutmakta maharetlerini
gösteriyorlar. AP’da bir grup millet vekili hemen bir karar tasarısı
hazırlayıp,içine Ayasofya’nın da Kiliseye çevrilmesini içeren bir
belgeyi AB (Avrupa birliği yada yakın gelecekte Avrupa birleşik
devletleri) Parlamentosuna sunmakta gecikmediler. Patrikhanenin bu
gizli emelleri İstanbul’un fethinden beri vardı ve değişmemiştir.
Değişmeyeceğini de yine Patrikhanenin kendi belgelerinden anlıyoruz.
1770 yılında Edremit’in Ali Bey(Cunda) adasında Papaz İkonomos
tarafından kurulan Akademinin,1884 yılında ele geçirilen ders
programında bu ihanet dolu emelleri görmek mümkündür(1). İşte bu
ihanet belgelerinden bazı maddeler. 1.kısım. -Türklerin en ufak
hatalarını büyüterek Avrupa’da duyurmak,medeni alemi Türk’lere
düşman etmek. -Türkleri ezeli düşman olarak tanıtmak. -Türkleri
iktisaden çökertmek,yüksek faizli krediler açarak ağır şartlarla
rehin kabul etmek. -Türk milletini ahlak,milliyet,din ve gelenekleri
bakımından çürütmek. -Küfürleri öğretmek,küfürü Türkler arasında
yaymak. -Gençler arasında kabadayılık ruhunu yayarak,sevgi,saygı ve
bağlılıkları kırmak. İkinci kısım. -Türk hükümranlığını baltalamak.
Bu işi azar azar geliştirip İstanbul’u ele geçirmek. Eski
kostantiniye’yi yeniden kurmak. -Türk halkı arasına daima fitne ve
fesat sokarak,devletle milletin arasını açmak. -Bir harp sırasında
Türk halkını sefalete götürecek her çareye baş vurmak. -Türk
çiftçisini ağır faizlerle toprağından etmek v.b. gibi insanın
tüylerini diken diken eden kararlar alınıp ders programı olarak
okutulmuştur. (Bu belgeleri ele geçiren Ali Bey adası eski belediye
reisi merhum İzzet Esen bey’dir). Bizim hiçbir kimseye,hiçbir inanca
ve zümreye karşı bir ön yargımız veya düşmanlığımız yok. Fakat
söylenen pervasızca sözler hepimizi fazlasıyla üzmüştür. Ülkemizin
son yıllarda düştüğü ekonomik ve sosyal sıkıntıları fırsat bilen
patrikhane yetkililerinin yine cüretlerinin arttığını görüyoruz.
Boşuna cüretkar olmasınlar Türk milleti, milli
meselelerde,bütünleşmesini de bilir,her türlü sıkıntılara
katlanmasını da.
KAMU SENDİKALARI
VE ÇALIŞANLARI İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
Uzun
yıllardan beri mücadelesi verilen kamu çalışanları sendikaları
kuruluş kanunu bilindiği üzere yakın zamanda çıktı. Bu kanunun
çıkması her ne kadar istenen niteliklerde olmasa bile büyük bir
ilerleme sayılabilir. Temel amaç toplu sözleşmeli-grevli bir kanundu
ama olmadı. Çıkan kanunda bunun yerine toplu görüşme yapabilme hakkı
verilmiştir. Toplu görüşmede olsa,kamu çalışanları bu fırsatı iyi
değerlendirmek zorundadır. İleride öyle sanıyorum ki grevli-toplu
sözleşmeli görüşme hakkı da elde edilecektir. Kamu sendikaları
temsilcileri,15 Ağustosta kamu işverenleriyle ilk defa bir araya
gelerek toplu görüşmeye başladılar. Türkiye tarihinde bu bir ilktir.
Belki de istekler tamamen karşılanmayacak ama,hiç olmazsa çalışanlar
isteklerini birinci elden ilgililere ulaştırabileceklerdir. Bu
zamana kadar kamu çalışanlarına(emekçilerine) hiçbir şey
sormadan,fikirleri bile alınmadan tek taraflı olarak karar
alınıyor,hiçbir zaman da(bazı istisnalar hariç) kamu emekçilerini
memnun edecek bir ücret veya zam verilmiyordu. Her zaman kamu
emekçileri verilene razı olmak zorunda kalıyordu. Zaman zaman ülke
çapında gösteri ve protestolar olsa da,bu durum kamu işverenlerinin
kararlarını değiştirmedi. Çünkü çalışanların elinde
kullanabilecekleri bir koz da yoktu. Yaptırım gücü olmasa da,
sendikalar bugün gelinen noktada,işveren karşısında güç birliği
yaparak,kamu çalışanları lehine alabilecekleri azami hakları
alabilmelidirler. Toplu görüşmeye katılan Kamu-sen ve Kesk
temsilcileri,aralarındaki bütün ayrılık ve anlayış farklarını bir
tarafa bırakarak,tek vücut halinde çalışanların haklarını birlikte
savunmak zorunda olduklarını unutmamalıdırlar. Hiç kimse kendi
ikballerini düşünerek pasif kalma veya siyasi gelecek düşüncesiyle
çalışanların çıkarlarını savsaklama lüksüne sahip değildir.
Özellikle eğitim camiasının son yıllarda kaybettiği bazı hakların
geri alınmasında ısrarcı olunmalıdır. Bunlardan bazılarını
sıralayacak olursak; -Merkezi sistemle veya okullarda yapılan
değişik isimlerdeki sınavlarda,büyük bir adaletsizlik oluşturan
başkan-gözcü ücret ayrımı düzeltilmelidir. -Önceden olduğu gibi
haziran ve eylül aylarında yapılan sınavlarda,öğretmelere verilen
aylık toplu ücret uygulaması tekrar geri getirilmelidir. -Teknik
öğretmenlerin elinden alınan eksersiz çalışmaları,yıpranma gibi
hakları geri iade edilmeli ve yerinde sayan teknik eğitim
tazminatları,günün şartlarına göre gerekli artış sağlanmalıdır.
-Sınıf öğretmenliği ve kol çalışmalarında önceden verilen üç saatlik
ücret tekrar verilmelidir. -Her eğitim-öğretim yılı başında
öğretmenlere verilen,eğitim-öğretime hazırlık tazminatı,eğitim
öğretim ordusunun ayrılmaz parçaları olan,okulların eğitim ve
öğretime hazırlanmasında büyük katkıları bulunan,memur,teknisyen ve
hizmetlilere de verilmesi sağlanmalıdır. Ayrıca; -Memur eş ve
çocuklarına(iki çocuk sınırlaması da kaldırılarak) verilen aile
yardımı,her yıl günün şartlarına göre yeniden düzenlenmelidir. -Tüm
kamu çalışanlarının fazla mesai ücretleri,günün şartlarına uygun bir
değerde tespit edilip,gecikmeksizin zamanında ödenmesi
sağlanmalıdır. -İşçilere verildiği gibi,memurlara da her üç ayda
bir,bir maaş tutarında ikramiye verilmesi sağlanmalıdır. -Kira
yardımları şu anki komik durumdan kurtarılarak,günün şartlarına
uygun hale getirilmelidir. Yukarıda sıraladıklarımızın bir çoğu
aslında yeni istekler değildir. Bir kısmı daha önce uygulamada olup
yakın zamanda çalışanların hilafına kaldırılan haklardır. Bizler hep
“verilen haklar geri alınmaz” bilirdik ama, ne yazık ki öyle
değilmiş. Toplu görüşmelere katılan kamu sendikaları
temsilcileri,kamu çalışanlarının isteklerini bir an bile
unutmadan,iyi bir pazarlık yaparak,fakirlik sınırının 1 milyar 100
milyona çıktığı günümüzde, çalışanları bu sefalet sınırının üstüne
çıkarmaya çalışacaklarını ümit ederek,bütün çalışanlar alınacak
sonucu sabırla beklemektedirler.
ÜLKEMİZ VE TEKNİK İNSAN
GÜCÜ İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
Geri kalmış
ve fakir ülkelere baktığımızda,hepsinin en büyük ortak
özelliği,yetişmiş teknik insan gücünün yetersiz olduğu görülür. Aynı
zamanda gelişmiş ülkelere de yine bu zaviyeden bakacak olursak,
teknik insan gücünün çok yüksek oranlarda olduğunu görürüz. Teknik
insan gücü penceresinden ülkemize bakacak olursak,maalesef nominal
olarak yeterli düzeyde olmadığı açıkça görülür. Bir de son
zamanlarda yapılan yanlış uygulamalar buna eklenince, teknik insan
gücünün önemini hala kavrayamadığımız ve yeterince önem vermediğimiz
anlaşılmaktadır. Yine aynı çerçeveden değerlendirdiğimizde,son
yıllarda yaşadığımız bazı uygulamalar neticesinde,temel teknik insan
gücünü yetiştiren,teknik okullarımızın neredeyse gözden çıkarıldığı
görülmektedir. Gelinen noktada teknik okullardaki öğrenci sayısı
yarı yarıya azalmış,hatta birçok bölüm kapanmış,bir çoğu da
kapanmayla yüz yüze gelmiştir. Buralarda görevli teknik öğretmenler
de öğrencisiz kalmakla kalmamış,bir çoğu da norm kadro dışına
düşmüştür. Bütün bunların neticesinde ülkemiz,üretim
yapacak,teknoloji üretecek vasıflı insan gücünden de mahrum olmayla
karşı karşıya kalmıştır. Halbuki eli anahtar ve tornavida tutan veya
bir başka deyimle,mesleği olan insanlar,dünyanın neresine giderse
gitsin,ister Afrika ormanlarında yaşayan ilkel kabileler arasında
olsun,ister Robinson Crouse gibi yalnız başına bir adada
olsun,isterse Japonya,AB ve ABD gibi gelişmiş memleketlerde
olsun,mutlaka karnını doyurabilecek ve yapacak bir iş bulur.
Dolayısıyla üretime ve gelişmeye az çok her zaman,her yerde,mutlaka
katkıda da bulunmuş olur. Keşke gücümüz olsa da bütün gençlerimizi
birer meslek sahibi yapabilsek. Avrupa’dan gelen turistlerin bir
çoğunu görmüşüzdür. Yollarda arabası bir arıza yapsa hemen
bagajından tulumlarını çekerek,aracına müdahale eder. Adama sorsanız
ya doktor,ya sosyolog,ya mühendis yada bir yerde işçi olarak çalışan
birisidir. Mesleği ne olursa olsun,görülen o ki,adamların eli
anahtar ve tornavida tutar olarak yetiştirilmişlerdir. Tabi ki bunun
neticesinde onların kişi başına düşen milli geliri 20.000 dolarlarda
iken,bizim ki de 2000 dolarlarda dolaşmaktadır. Aradaki fark bu
işte. Düşünecek olursak evimizdeki çatal-kaşıktan
televizyona,buzdolabından bilgisayara,bindiğimiz araba ve
uçaktan,fezada yıldızlar arası yolculuk yapan araçlara kadar
hepsinde teknik insanların el emeği ve beyin gücü vardır. Hal
böyleyken hala teknik insan gücünü dikkate almamak,insanlarımızı
çağın gerektirdiği bilgi ve teknolojilerle donatmamak ve üstelik
bunlardan mahrum bırakabilecek engel ve uygulamalar koymak,
ülkemizin gelişmesine,üretim yapmasına ve dünya ile yarışmasına
engel olmakla eş anlamlıdır. Üniversiteye giriş
sınavlarında,özellikle mühendislik fakültelerine girişte konulan
anlamsız ve çağımıza ters düşen engeller derhal kaldırılmalı,hatta
bununla yetinilmemeli,bu alanlara yönelen teknik okul mezunlarına
kayda değer ek puanlar verilmelidir. Ayrıca dünya çapında,teknoloji
üretecek,mühendis ve teknik eleman yetiştireceksek,teknik okullara
da,Fen ve Anadolu liseleri gibi seçme öğrenciler alınmalı,bunun için
gerekli her türlü tetbir, yöntem ve teknikleri bulup hemen
uygulamaya koymalıyız ki,ülkeler arası teknoloji üretim yarışmasında
bizim de,nitelikli,teknoloji üretebilecek,yeni üretim yöntemi ve
teknikleri geliştirebilecek,buluşçu gençlerimiz olsun. Mesleki ve
Teknik okullara hiçbir yere giremeyen öğrenciler değil,en
başarılı,en zeki öğrenciler alınmalıdır. İşte bu beyinler yeni
buluşlar ve yeni üretim teknik ve teknolojileri geliştirebilir.
Böylece istihdam oluşturmaya katkısı olacak,girişimci,buluşçu ve
üretici insanlarımızın oranını da artırmış oluruz. Aksi taktirde
bugün olduğu gibi geri kalmış ülkeler kategorisinde kalmaya devam
ederiz. Bu yıl 2 yıllık MYO’larına sınavsız giriş hakkı verilmesini
iyi yönde atılmış,sevindirici bir adım olarak değerlendirebiliriz.
Bu uygulamayla MYO’larına sadece meslek lisesi çıkışlılar
alınacaktır. Bunun sonucu bu yıl mesleki ve teknik
okullara,özellikle Teknik ve Endüstri meslek liselerine girmeye
çalışacak öğrencilerin sayısının ve kalitesinin artacağı
muhakkaktır. İki yıllık bir yüksek okul da olsa,bir çok velimizi ve
öğrencimizi buralara yönlendireceği şimdiden belli olmuştur. Mesleki
ve teknik okullara rağbetin arttığını,şu geçtiğimiz bir haftalık
kayıt zamanında görmek mümkündür. Anlaşıldığına göre en ufak bir
teşvik,geçen yıllara oranla,ön kayıtların bir hayli hareketli
başlamasına neden olmuştur. Hayat damarlarımızın kopmasını
istemiyorsak,dünyayla rekabet edebilme şansına sahip olmak
istiyorsak,ülkemizin teknik insan gücünün artırılması için,bütün
toplum kesimleri ve Teknik insan gücüne en çok ihtiyaç duyan,
istihdam eden,başta özel sektör kuruluşları olmak üzere herkes
gerekli desteği esirgememelidir.
VARLIK İÇİNDE YOKLUK ÇEKME İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
Ülkemiz yer
altı,yer üstü ve insan kaynakları bakımından dünyanın en zengin
ülkelerinden biridir. Ne yazık ki,hayati öneme sahip bu
kaynakları,yeterince değerlendiremediğimizden dolayı,kendimizi fakru
zaruret içinde yüzmekten bir türlü kurtaramıyoruz Stratejik bir
öneme sahip olan Uranyum yatakları bile,bizi zenginleştirmeye yeter
de artarda. Her nedendir bilinmez ama,Uranyum yönünden zengin bir
ülke olmamıza rağmen,bu madeni çıkarıp işleyemiyoruz ve yeterince
değerlendiremiyoruz,dolayısıyla hiçbir faydasını da göremiyoruz. Ege
bölgesinde bulunan,dünyanın en zengin yataklarından biri olan,Manisa
Köprübaşı Uranyum yatakları,başlı başına bir hazinedir. Ne varki
gerekli tesisler kurulup işlenemediğinden,şu anda verimsiz bir
topraktan hiçbir farkı yoktur. 1970 yılında burada bulunan uranyum
yataklarıyla ilgili bir bilgilendirme toplantısında bulunmuştum. O
toplantıda söylenenleri hep hatırladıkça içim içimi yer.
Bilgilendirme yapan uzmanlar şunu demişti. “Burası dünyanın en
zengin uranyum yataklarına sahip bir bölgedir. Eğer bu madenleri
bizler işleyip değerlendirebilirsek ülkemiz süper güç olmakla
kalmaz,dünyanın en zengin ülkelerinden birisi de olur. Bu sayede
ülkemizde de ne işsizlik nede fakirlik kalır” demişlerdi. Her
nedense hala fakirlik çekiyoruz. Bugün yine yeni yeni fark etmeye
başladığımız,ülkemizdeki Bor madenleri de yine başlı başına bir
hazine ama,ne yazık ki uranyum gibi onu da değerlendiremiyoruz.
Maalesef bu değerli bor madenlerini de toprak olarak yurt dışına
ucuz ucuz haraç mezat satıyoruz. Artık bugün Bor’un uzay sanayinden
tutun da,yakıt olarak kullanılmasına kadar her sahada aranılan bir
maden olduğunu bilmeyen kalmadı. Dünya Bor yataklarının yüzde
yetmiş, yetmiş beşine sahip olduğumuzu araştırmacılar ifade ediyor.
Bu bile ülkemiz açısından müthiş bir zenginlik kaynağı
oluşturmaktadır. Tam olarak ortaya çıkarılmamış olsa bile,Petrol ve
altın madenleri yönünden de Anadolu topraklarının pek de fakir
olmadığı aşikardır. Bunların dışında daha bir çok yer altı
zenginliğimizden bahsedilebilir. Tabi ki önemli olan bu madenlerin
bulunması değil,bulunduktan sonra,bunları ülke çıkarları
doğrultusunda değerlendirecek tesisleri kurup işletebilmek ve mamul
madde olarak ihraç edebilmektir. Fakat ülkemizde ne yazık ki üretim
değil tüketim ve rantiye(çalışmadan paraya para kazandırma)
ödüllendirilmektedir. Üretim yapmak isteyen
müteşebbislerin(girişimcilerin) üzerine öyle varıyoruz ki ürettiğine
ve üretmişliğine bin pişman ediyoruz. Üretmemesi ve istihdam
oluşturmaması için elimizden ne geliyorsa yapıyoruz. Üreten
insanları hem vergi,hem girdi,hem de bürokratik engellerle maalesef
perişan ediyoruz. Halbuki istihdam oluşturan ve üretim yapmaya
çalışan insanları ödüllendirmemiz ve teşvik etmemiz gerekir. İş
alanı oluşturan kim olursa olsun,yeşil,kırmızı,mavi sermaye
demeden,ister yerli,ister yabancı olsun,çalıştırdığı kişi sayısına
ve üretim kapasitesine göre,vergi ve girdi indirimi gibi bazı
teşvikler ve ödüllendirmeler yapılabilse,öyle sanıyorum ki bir çok
vatandaşımız,zaten ruhunda var olan iş kurma, geliştirme ve çalışma
aşkını ateşleyerek,ülkemiz baştan başa küçük,büyük,binlerce hatta
milyonlarca iş alanı ile dolacaktır. Bu söylediklerimizi,yanı
başımızda bulunan komşumuz Bulgaristan vb ülkeler uygulamaya çoktan
koydular ve dün bizden çok gerilerde iken,bugün üretim ve milli
gelirleri bakımından bizleri çoktan solladılar. Böylece her
müteşebbis birer,ikişer kişi bile çalıştırsa,hatta sadece kendini
bile istihdam etse,ülke ekonomisi,milli gelir artışı ve işsizliğe
çare olma bakımından büyük bir çıkış yolu oluşturacaktır.
Müteşebbisi ve üretimi cezalandırdığımızda ise,haklı olarak
vatandaşımız elindeki sermayesini alıp, bir banka veya finans
kurumuna yatırıyor,yattığı yerden,hatta uyurken bile para kazanıyor.
Çalışanla,vergiyle,sigortayla,bürokrasiyle vb şeylerle uğraşmaya da
böylece gerek kalmıyor. Tabi ki kaybetme riski de yok. Niye üretim
gibi emek ve uğraş isteyen,yerinde kaybetme riski olan bir alana
yatırım yapsın. İstihdam ve üretimi cezalandırma gibi yanlışlardan
dönülmediği müddetçe,varlık içinde yokluk çekmeye mahkumuz.
EĞİTİMDE KALİTE VE KABİLİYETLER İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
eylülde 13
milyon dolaylarında öğrenci,yeni eğitim ve öğretim yılına
başlayacak. Ülkemizde eğitim ve öğretim gören öğrenci sayısına
bakıldığında bir çok dünya ülkesi nüfusundan oldukça fazladır. Bu da
gösteriyor ki ülkemiz nüfusunun büyük çoğunluğu genç nüfuzdan
oluşmaktadır. Böyle genç nüfuza sahip bizim gibi ülkelerin eğitime
ayıracağı pay büyük bir öneme sahip olmakla birlikte,geleceği
yönetecek eğitim çağındaki genç nesli,zihin ve kabiliyetler
açısından da iyi yetiştirmek ve değerlendirmek gerekir. Eğitim
alanını zihin mezbahası,işe yaramayan bilgi alma ve aktarma alanı ve
test maratonu sahası olmaktan mutlaka çıkarıp; Gençleri; -Düşünen,
-Beceri sahibi olan, -Üretken, -Keşifçi(buluşçu), -Çalışkan, -Azimli
ve kararlı, -Adaletli olmayan her türlü uygulama ve anlayışları
elinin tersiyle itebilecek iradeye sahip, -Çalışmadan kazanmaya ve
her türlü hortumculuğa,çalıp çırpmaya hayır diyebilen, -İlmi kendine
rehber edinen, -İnsan haklarını bilen ve sahip çıkan, -Bulunduğumuz
çağı doğru yorumlayabilen, -Çok sağlam temellere dayanan Türk aile
yapısına ve ahlâki değerlerine sahip çıkan, -Toplum değerlerini
benimseyen,geliştirmeye çalışan,itici ve küçümseyici değil,
kucaklayıcı olan, -Her alanda,dünyadaki emsalleriyle boy ölçüşebilen
niteliklere sahip olarak yetiştirmek zorundayız. Çocuklarımızı daha
ilk öğretimin birinci basamağından itibaren kabiliyetlerini tespit
edip,ona göre rehberlik etmek ve yönlendirmek en doğru olanıdır.
Eğitim ve öğretim,mutlaka deney ve uygulama sistemine dayalı
olmalı,kuru ezbercilikten uzak durularak laboratuar ortamlarında
yapılmalıdır. Bütün konular,kültür dersleri dahil deney ve
uygulamalı olarak yapılabilecek ortamlar hazırlanmalı,öğrenciler
derslerde olayları veya anlatılanları adeta yaşayarak öğrenmelidir.
Siz o zaman görün çıkacak kabiliyetleri ve kaliteyi. Yine siz o
zaman bakın,beğenmediğimiz,tembel dediğimiz,hatta bu vesileyle
eğitim dışına ittiğimiz gençler arasından çıkacak dahileri ve
eğitimin kalitesini. Gençlerimize öyle fırsatlar oluşturmalıyız
ki,tesadüfen meslek veya alan seçme yerine,sevdikleri ve
kabiliyetleri yönünde meslek veya alan seçmelerini sağlamalıyız.
Sağlamalıyız ki,ileriki hayatlarında kendi alanlarında severek
çalışsınlar,başarılı ve kaliteli hizmet verebilsinler. Maalesef
ülkemizde büyük çoğunluktaki gençlerimiz,idealindeki mesleklere ve
alanlara çoğunlukla gidemediğinden dolayı,başarısı,verimliliği,merak
ve azmi körelmektedir. Bu da şahısları,severek çalışma,verimli
olma,araştırma ve geliştirme yapmaktan ziyade,bir iş sahibi olmanın
ötesinde fazla ilgilendirmemektedir.
GELECEĞİMİZİ HAZIRLAYANLAR İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
Ülkelerin
geleceklerini hazırlayanlar ancak ve ancak öğretmenlerdir. Bir
ülkenin öğretmenlere verdiği değer ve onlara kazandırdığı seviye ve
saygınlık, o ülkenin gerçek seviyesini gösterir. Hiçbir gelişmiş
ülke göremezsiniz ki, öğretmenleri bizde olduğu gibi en geri plana
itilmiş, onları ikinci hatta üçüncü işte çalışmak zorunda bırakmış
olsun. Bir zaman Karadeniz bölgesine yaptığım bir seyahat sırasında
hasbıhal ettiğimiz vatandaşlarımız, öğretmenlerle ilgili bana şöyle
bir olay anlattılar. Bundan yıllarca önce Almanya’dan bir heyet, bir
gemiyle Trabzon’a ziyarette bulunur. Bu ziyaretçileri limanda
karşılamak için bir protokol oluşturulur. Bu protokol sıralamasında
da en sonda bir öğretmen vardır. Protokolü sırayla tanıtan şahıs, en
sonda bulunan kişi için de, bu arkadaşımız da filan okuldan
“Öğretmenimiz Ahmet bey” der. Alman heyetine başkanlık eden zat
devreye girerek “şimdi anladım Türkiye’nin neden böyle geri
kaldığını. Çünkü öğretmenler protokol ve ekonomik planda ön
sıralarda yerlerini almalıdırlar. Bizde öğretmenler, toplumun en üst
gelir gruplarını oluşturduğu gibi, her alanda en saygın yeri de
onlar alırlar “ diyor. İşte gelişmiş ülkelerdeki öğretmenlerin
durumu, işte her gün televizyonlardan izlediğimiz işportacılık vb.
iş yapmak zorunda bıraktığımız bizim öğretmenlerimiz. Yorumu
okuyucularımıza bırakıyoruz. Geleceğimiz olan çocuklarımızı daha
altı yedi yaşından itibaren ellerine teslim ettiğimiz
öğretmenlerimizin, eğitim ve öğretim dışında başka hiçbir kaygısı
olmaması gerekir. Ekonomik ve sosyal haklar yönünden
öğretmenlerimizin ihtiyacı olan bütün olanakları hazırlamak ve
sunmak zorundayız. Eğer geleceğimizi garanti altına almak, çağdaş
ülkeler seviyesine çıkmak, hatta onları aşmak istiyorsak. O
öğretmenler ki, Cumhur başkanımızdan tutun da en sade vatandaşımıza
kadar hepimizin yetişmesinde onların emeği vardır. Yani geleceğimizi
hazırlayanlar onlardır. Bu gün bu satırları yazıp okuyabiliyorsak,
en büyük pay öğretmenlerimizindir. Cumhurbaşkanı, bakan, mühendis,
doktor, ekonomist, yazar, çizer vb olduysak, bütün bunları
öğretmenlerimize borçluyuz. Çünkü öğretmen bir mum misali kendi
yanarak eriyip yok olur ama, çevresini aydınlatır. Çünkü öğretmen,
ilmi, aydınlanmayı, gelişmeyi, merhameti, sabrı, üretmeyi,
devletimizin ve milletimizin geleceğini temsil eder. Geçtiğimiz 24
kasım 2002 pazar günü öğretmenler gününü kutladık. Her zaman olduğu
gibi yine çeşitli duygusal konuşmalar yapıldı, şiirler okundu.
Bunların hepsi güzel ama, ah birde bu konuşmalar
somutlaştırılabilse. Dileriz en kısa zamanda öğretmenlerin ekonomik
ve sosyal problemleri çözülür de, her yıl 24 kasımlarda
öğretmenlerin bu sıkıntılı durumlarını yazmaya ve konuşmaya değil
de,dünya ile nasıl bilim, teknoloji, kaliteli üretim vb. alanlarda
rekabet edebiliriz diye bunları düşünüp tartışız. Bu vesileyle Türk
Eğitim Sen’in Rüya Restoranda öğretmenlere yaptığı kadirşinas bir
davranışı da belirtmeden geçmeyelim. 23 kasım 2002 Cumartesi günü
akşamı öğretmenler günü dolayısıyla, Kamu Sen’e bağlı, Türk Eğitim
Sen’in öğretmenlere verdiği iftar yemeğinde, öğretmenler bir araya
gelme fırsatı bulmuştur. Türk Eğitim Sendikası yöneticilerine böyle
bir günde, öğretmenleri bir araya getirip, tanışıp, dertleşme
fırsatı sağladıkları için teşekkür ediyoruz. Bütün öğretmenlerimizin
öğretmenler günü kutlu olsun.
ZEHİRLİ GAZ VEYA KİMYASALLI OPERASYON İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
addam’ın
yıllarca önce Kürtlere karşı kullandığı Biyolojik ve Kimyasal
silahlarla saldırılarında, binlerce kişi ölmüş ve bütün dünyada
büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Çünkü bu silahların kullanılması
bir insanlık suçu teşkil ediyordu. Öyle de olmalıdır. Dünyanın
neredeyse bütün ülkeleri tarafından imza altına alınan kimyasal
silahların yasaklanmasına ilişkin kararlara rağmen, hala bu silahlar
verilen bütün söz ve taahhütlere rağmen, bazı ülkeler tarafından
çekinmeden kullanılmaktadır. Rusya’nın başkentinde bir tiyatroyu
basarak tiyatrodaki izleyicileri rehin alan, Çeçen direnişçilere
karşı 26.10.2002 günü sabaha karşı uygulanan operasyonda, dünyaca
yasaklanan kimyasal silahlar kullanılmıştır. Bu olay Çeçen
direnişçilerin haklı mı, haksız mı tartışmalarını bile çoktan
gölgede bırakmıştır. Elbette masum insanların her ne sebeple olursa
olsun rehin alınmasını ve zarar görmesini hiç kimse tasvip edemez ve
etmemelidir de. Bu operasyonda Çeçen direnişçilerle birlikte kendi
vatandaşlarını da zehirli gaz ve kimyasal silahlarla katleden Rusya,
bir insanlık suçu işlemiştir. Rus halkı, bu suçun hesabını herkesten
önce Putin’den sormak zorundadır. Aksi taktirde Putin daha cüretkar
olacak ve çok daha büyük insanlık suçu işlemeye devam edecektir.
Çeçenistan’da, Çeçen direnişini kırmak için, yıllardan beri
uyguladığı kimyasal silah saldırılarını ne acıdır ki Ruslar, kendi
başkentinde Çeçenler’le birlikte kendi vatandaşlarına karşıda
kullanmıştır. Belki de dünyada böyle katliam niteliğinde bir rehine
kurtarma operasyonu bu zamana kadar hiç olmamıştır. Böyle
pervasızca, bir katliamlı rehine kurtarma operasyonuna, dünya
insanlığı öyle anlaşılıyor ki ilk defa şahit oluyor. Yıllardan beri
Ruslar’ın Çeçenistan topraklarında kimyasal silah ve gaz kullandığı,
inanılmaz işkenceler yaptığı hep iddia edile gelmişti. Her defasında
da bunları Ruslar inkar etmişlerdi. Çeçenler bu iddiaları
dillendirseler de dünya kamuoyuna bunu duyuramamışlardı. Görüldü ki
bütün dünyanın gözü önünde, Ruslar kırk dolayındaki Çeçen’i yok
etmek için yüzlerle ifade edilen kendi vatandaşını bile, gözünü
kırpmadan kimyasal gazlarla öldürebiliyor. Kim bilir gözlerden ırak
Çeçenistan’da neler yaptı ve neleri yapmaya devam ediyor, bu olayla
daha iyi anlaşılmaya başlamıştır. Bu rehine krizinin çözümü için
daha insancıl yöntemler bulunamaz mıydı? Elbette bulunurdu ama,
Ruslar bir defa karar vermişlerdi, bütün dünyaya güçlerini
gösterecek ve kaybolan prestijlerini kurtarmış olacaklardı. Büyüklük
iddiasında olan devletler insanlığın yasakladığı, yüz kızartıcı
yöntemlerle çözüm arayamaz ve aramamalıdır. Bütün dünya kamu oyu ve
ülkeleri, bu insanlık suçuna bigane kalmamalıdır. Saddam’ın elinde
hardal gazı ve kimyasal silahlar vb. var diye dünyayı ayağa
kaldıran, hatta dünya barışını tehlikeye sokarak, savaşı bile göze
alanlar, aynı hassasiyeti bu zehirli gaz ve kimyasallı operasyon
içinde göstermelidirler. Dünyamızın zehirli gaz, kimyasal ve nükleer
silahlardan arınmış, barış dolu günler geçirmesini diliyoruz. NOT:
Bu gün büyük bir sevinç ve coşkuyla kutladığımız Cumhuriyet
bayramımız, bütün vatandaşlarımıza kutlu olsun.
***
***
***
İŞ VE ÜRETİM SEFERBERLİĞİ BAŞLATILMALIDIR
Ülkemizin en
temel sorunlarının başında işsizlik ve üretimsizlik gelmektedir.
İşsizliğin ve üretimsizliğin kol gezdiği her ülkede, sorunlar çığ
misali büyümekle kalmaz toplumun temel dengeleri kökünden sarsılır.
Hırsızlık, haksızlık, ahlaksızlık, dolandırıcılık, hortumculuk,
güvensizlik, rüşvet, cinnet, cinayet vb. olaylar toplumların temel
dayanaklarını birer birer yok eder. Son zamanlarda ülkemizde
gördüğümüz manzaralar da bu söylediklerimizden farklı değil.
Binlerce gencimiz ne yazık ki en verimli çağlarında işsiz güçsüz
dolaşmakta, tam üretici olacakları çağlarda, paha biçilmez o gençlik
enerjilerini, kahve köşelerinde harcamak zorunda kalmaktadırlar.
Ekonomik kriz içinde yüzdüğümüz şu günlerde, iş hacmi hiç
görülmediği şekilde daralmıştır Sadece şu geçtiğimiz iki yıl içinde
işi olup da işsiz kalanların sayısı bile iki milyonları aşmıştır.
Her yıl doğal olarak da, bir milyon kişinin bu sayıya katıldığını
hesaplayacak olursak, bu sözünü ettiğiz son iki yılda işsiz
sayısının dört milyonları, toplam işsiz sayısının da bunun en az iki
katı olduğunu düşünebiliriz. Böylece işsiz sayısının aşağı yukarı
on, on iki milyonu bulduğunu söylersek herhalde pek yanılmış
olmayız. Bu kadar işsiz insanı olan bir ülkenin ekonomik
dengelerinin alt üst olmaması mümkün değil tabi. Bütün bunların
tabii sonucu olarak bir çok vatandaşımız “açız açız” diye
bağırmakta, bu canhıraş feryatlar hepimizin yüreklerini
parçalamaktadır. Hiçbir insan mecbur kalmadıkça bütün insanların,
akrabalarının, tanıdıklarının ve medyanın önünde her şeyi göze
alarak böyle bağırması mümkün değildir. Çaresizlik insanlara neler
yaptırıyor her gün televizyonlardan üzülerek ve utanarak izliyoruz.
Bütün bunlar hepimize birer ders olmalıdır ki, yaptığımız her işi
hakkınca, adaletli, yandaş, meslektaş kayırımı yapmadan, istihdama,
üretime dönük ve toplum çıkarlarını düşünmek ve de çok çalışmak
zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Yapılan her çalışmada her
şeyden önce insan mutluluğuna, üretime ve istihdama yönelik hedefler
bulunmalıdır. Üretim ve istihdamı hedef almayan çalışma ve projeler,
maalesef insanların mutlu olmasına, aş , iş, eş bulmasına ne acıdır
ki yardımcı olmuyor. Nasıl ki okuma-yazma seferberliği yapıyorsak,
üretim ve iş(istihdam) seferberliği de başlatabiliriz. Bunun için iş
kuran ve üretim yapan vatandaşlarımıza, her türlü kolaylığı
sağlamalıyız. Bunların başında bürokratik engellerin azaltılması,
vergi indirimleri yada vergi muafiyetleri, ucuz yer tahsisi,
elektrik, su vb. girdi indirimleri gibi kolaylıklar sağlanmalıdır
ki, vatandaşlarımız iş ve üretim yapmaya özendirilsin. Bir ülkede
üretim ve iş alanı ne kadar geniş ve gelişmeye müsait olursa, üretim
ne kadar yüksek kapasiteye sahip olursa, kalkınma ve gelişmede buna
paralel olarak artacaktır. Bu durum ise ülke insanlarının iş sahibi,
aş sahibi ve mutlu olması demektir. Ülkemizin bütün fertlerinin
hedefi, iş ve üretim seferberliğine girişerek, Kuvva-yı milliye
ruhuyla çalışıp, ülkemizi bu girdaptan kurtarmak olmalıdır.
İSRAF EKONOMİSİNE SON İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
Ülkemizin en
büyük problemlerinin başında israf ve israf ekonomisi gelmektedir.
Nereye bakarsak bakalım, hatta evlerimizden başlayarak bakacak
olursak kıt kaynaklarla elde edilen değerleri nasıl Çar çur
ettiğimiz açıkça görülür. İş gücünde, parada, suda, enerjide,
zamanda, sağlıkta vb. her alanda inanılamayacak kadar israfın içine
batmış durumdayız. Eğer bu fakirlik ve yoksulluktan, geri
kalmışlıktan kurtulmak istiyorsak, bütün alanlardaki israfı
önleyecek tedbirlerin, hiç zaman geçirilmeden alınması gerekir.
Nereye gidersek gidelim, en basitinden bakacak olursak,
apartmanların önlerindeki çöp konteynırlarının çevresinde bütün
bütün ekmeklerin bayat bahanesiyle atıldığını görürsünüz. Halbuki
ülkemizde bir ekmeğe muhtaç insanların sayısı milyonlarla ifade
edilmektedir. Nedir bu israf ve lüks çılgınlığı anlamak mümkün
değil. Bu durumu her alanda görmek mümkün. Bir çok kurum ve
kuruluşlarda sadece kişilere maddi gelir yada ekstradan menfaat
sağlamak için, üretime ve verimliliğe hiç mi hiç katkı sağlamayan
kişilere özel mesai ve iş sağlama uygulamaları başlı başına bir
israf ve haksız kazanç ulufesi haline gelmiştir. Yoksa ülkemizde
yeterli para da, kaynak da var. Ancak bu kaynaklar, sen ben, senin
benim yakınımsın diye birilerine bir şekilde aktarılmaktadır.
Böylece bir kısım insanlar malı götürürken bir kısım insanlarda
maalesef yiyecek ekmeğe muhtaç olarak hayatını idameye
çalışmaktadır. Ülkemizin kaynakları, tüm insanlarımıza dengeli
şekilde aktarılması gerekirken, ahbap çavuş ilişkisiyle belli bazı
kesimlere aktarılmaktadır. Dolayısıyla hak, hak sahiplerine
gitmemekte ve büyük bir adaletsiz gelir dağılımına da yol
açılmaktadır. Buralara aktarılan bu haksız kaynaklar, israf edilen
kaynaklardır. Bunların önüne mutlaka geçilmelidir. Eğer bütün
kuruluş ve kurumların kaynakları kontrol edilir, denetim altına
alınıp gerekli ve zaruri ihtiyaçlara göre harcama yapılabilirse,
ülkemiz bu büyük ekonomik krizden, ele güne muhtaç olmadan, çok kısa
zamanda ve rahat bir şekilde çıkabilir. Baştan sonuçlanmayacağı
belli olan ve gösteriye dönük temel atma ve yatırımların, bundan
böyle mutlaka önüne geçilmelidir ki, halkın buralarda israf edilen
kaynakları, halkımızın gerçek problemlerinin çözümünde
kullanılabilsin. Türk insanının inancında ve kültüründe “israf
haramdır” sözü büyük bir yer tutar. Bu sözün ve kıt kaynaklarımızın
yerinde değerlendirilmesi ve uygulanması neticesinde, bütün toplum
kesimlerinde, kuruluş ve kurumlarında, israfın önüne geçilebilmesi
mümkündür. Her sorumlu mevkideki insanlar, halkımızın bu kıt
kaynaklarını harcarken, harcama yaptıkları alanların halkımızın
refah ve mutluluğuna katkıda bulunup bulunmadığını, halkımızın iş ve
aş bulmasına yardımcı olup olmadığını, bu kaynaklarda yetimlerin ve
mazlumların hakkı bulunduğunu düşünerek bu harcamaları yapmaları
gerekir. İşte o zaman israfın önüne geçilmiş olabileceği gibi,
ekonomik dengelerin de daha rahat kurulmasına yardımcı olunacaktır.
Aksi taktirde israfla, darlık, yokluk, zorluk, yoksulluk, yolsuzluk,
hırsızlık, başkasına kulluk ve sefaletle yaşamaya devam ederiz.
SAVAŞ BULUTLARI İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
Dünyanın
petrol ve gaz kaynakları bakımından, bir enerji deposu olan Ortadoğu
ve yakın doğuda anlaşmazlıklar, saldırılar, savaşlar, kan ve gözyaşı
hiç eksik olmamıştır. Bu bölgede yaşayan halklar,bu kadar zengin
kaynaklara rağmen, her zaman mağdur, perişan ve sefil olmuşlardır.
Sömürgeci ve saldırgan güçler, kendilerince oluşturdukları nüfuz
bölgelerini ellerinde tutmak için, her zaman savaşlar çıkarmışlar
veya her istediklerinde kaşıyabilecekleri onlarca problem
oluşturmuşlardır. Yeri ve zamanı geldiğinde, bunlar bahane edilerek
çeşitli baskılar kurarak ve saldırılar düzenleyerek çıkarlarını
korumaya çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Dünyanın hakim güçleri,
enerji kaynağı olan petrol bölgelerine müdahale edebilmek ve
istedikleri zaman bu bölgeye yerleşebilmek için hepimizin bildiği
gibi Saddam’ı yıllarca silahlandırdılar. Kuveyt’e saldırttılar.
Afganistan’a müdahale edebilmek için, yıllarca önce Ladini oraya
gönderip istedikleri zemini hazırlattıkları gibi. Aynı ülkeler
Saddam’a toplar, tüfekler ve füzeler sattılar. Sonra da Saddam,
dünya için çok tehlikeli silahları elinde bulunduruyor demeye
başladılar. Ardından, o halde Saddam yok edilmelidir naraları atmaya
başladılar. Peki bu adam bu silahları kimden ve nereden aldı?(Tabi
ki onlardan aldı.) Madem Saddam o kadar tehlikeliydi de, neden bu
silahları ona sattınız ve desteklediniz? (Tabi ki gelecekte
kendilerine öcü lazımdı.) 1990 körfez savaşında kıstırdığınız
Saddam’ı o zaman neden tahtından indirmediniz? (Tabi ki bu günler
için ellerinde hazır sebep olsun diye.) Çünkü öyle yapsalardı bugün
Ortadoğu petrollerinin tamamını ele geçirecek bahane
bulamayacaklardı da ondan. Türk insanı olarak, daha 1990 körfez
savaşının verdiği sıkıntı ve zararları gideremeden tekrar bölgemizde
savaş bulutlarını dolaştırmaya başlamışlardır. Bu savaş bulutlarının
serpiştirmeye başladığı ateş şerhaları, ülkemize de düşme ihtimali
göstermeye başlamıştır. Bölgemizde çıkabilecek bir savaşın,
ülkemizin çıkarlarına olmayacağı konusunda öyle sanıyorum ki herkes
hem fikirdir. Böyle kasıtlı ve anlamsız bir savaşın meydana gelmesi,
hem bölgemiz ve hem de ülkemizin çıkarlarına olmayacağı kesindir.
Bütün bunlara rağmen bizi böyle bir ateş çemberi içine itmek için,
Mesut Barzani ve Celâl Talabani’ye bir Kürt devleti bile ilan
ettirebilirler. Pek yakında dünyanın çeşitli bölgelerinde belli bazı
kritik hedeflere, faili meçhul, bombalama ve suikastlar düzenleyerek
kamu oyu ve delil oluşturmaya başlayabilirler. Bu arada özellikle
İngiliz oyunları konusunda ülkemizin çok dikkatli olması gerekir.
Bütün dünya ülkelerinde baş gösteren savaşa hayır(no war) miting ve
gösterileri de gösteriyor ki, insanlık hangi sebeple olursa olsun
artık savaş istemiyor. Orta Doğuda savaş çıkarmaya çalışan ABD’ye
dünya kamu oyu destek vermediği gibi, büyük gösterilerle karşı da
çıkmaktadır. İnsanlık artık kan ve gözyaşı görmekten nefret ediyor.
Her milletten, her dinden ve her renkten insanlar, silaha ve savaşa
harcanan kaynakların insanlığın refah ve mutluluğu için harcanması
için haykırıyor. Bütün insanların ortak dileği olan bu sese, dünyayı
yönetenlerin kulak vermesi gerekir. Dünya insanlığı bu gün, adalet
istiyor, hürriyet istiyor, gelişme istiyor, mutluluk istiyor, aş
istiyor, iş istiyor ve kardeşçe yaşamak istiyor. Bırakın Savaşı,
savaş bulutlarını bile görmek istemiyor.
SEÇİM VE MORÂL İSMAİL SARIÇAY e-mail:
isaricay@turk.net
3 kasım 2002
pazar günü yapılan genel seçim sonuçlarının tek başına bir iktidar
çıkarması, toplumda ve borsalarda moralleri bir hayli yükseltti.
Seçimden önce toplumun her kesiminde bir karamsarlılık,ümitsizlik
hakimken,seçimlerden sonra bu durum bir hayli kaybolmuş ve bir ümit
ışığı yanmaya başlamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bu ümitle ülkemizin
içinde bulunduğu derin ekonomik krizden de daha rahat kurtulmamız
sağlanacaktır. Seçimlerin tek başına bir iktidar çıkarması, tersine
giden işlerin düzeleceği, kararların daha hızlı alınıp
uygulanabileceği ve toplumun temel problemlerine daha kolay çare
bulunabileceği düşüncesi, insanlarda büyük bir ümit kaynağı
olmuştur. Borsanın füze gibi yükselmesi,dövizin ve faizin büyük bir
hızla düşmesi halkımızın moralinin nispeten yerine gelmesine neden
olmuştur. Böylece toplumumuzda ki karamsarlığın, yavaş yavaş
kalktığını ve geleceğe yönelik düşüncelerin berraklaşmaya
başladığını görüyoruz. Toplumumuzdaki bu moral düzelmesine, hemen
halkımızın işsizlik, aşsızlık, adaletsizlik, haksızlık, hortumculuk
vb. gibi problemlerine acil çareler üretilmeye başlanırsa, bu
iyimser havayı devam ettirebilme imkanı sağlanmış olacaktır. Bu
ümitle yeniden istihdam ve üretim artışına hız verilip, halkımızın
gelir düzeyi artırılmakla kalmayıp, milyonlarla ifade edilen
işsizler ordusuna iş alanları da oluşturulmaya başlanacaktır. Bütün
bu fırsatları iyi değerlendirmek, halkımızın ızdıraplarına tez elden
çare bulmak ve ülkemizin bütün kaynaklarını harekete geçirmek
gerekiyor. Ülkemiz insanlarının layık olduğu ve hasretini çektiği;
-Gelişmiş ve zenginleşmiş, -Fikren ve vicdanen hür, -Temel insan hak
ve hürriyetlerini en iyi şekilde yaşayan, -Gelişmiş ülkelerdeki gibi
fikir hürriyetine sahip, -İşi ve aşı olan, -Yoksulluk ve fakirliğin
ortadan kalktığı, -Haksızlık ve adaletsizliğin olmadığı, -Yaranlığın
ve ahbaplığın, benden senden diye kimsenin kayrılmadığı, -Eğitim ve
sağlıkta fırsat eşitliğinin sağlandığı, -Su ve elektriklerinin
kesintisiz ve kaliteli sağlandığı, -Sokaklarda,kapkaççı terörünün
olmadığı ve hırsızlıkların ortadan kalktığı, -Şehir içi ve şehirler
arası yollarının delik deşik ve yamur yumur olmadığı, müreffeh ve
mutlu bir Türkiye’de yaşamak en temel hakkıdır. Böyle bir manzara
yaşamak için halkımız gereğini yapmıştır. Gerisi sorumlulara
kalmıştır. Bu arada diyarı Balıkesir’den de şu manzaraları unutmadan
yetkililerimize aktaralım. Aşağı yukarı bir ay önce bazı
mahallelere(Bahçeli evlerde olduğu gibi) yeni su şebekesi bağlamak
amacıyla sokak ve caddeler kazıldı. Borular döşendi. Döşendi ama
çukurları, şu yağışlı günlerde hala çamur içinde duruyor ve ana
caddeler dışındaki yerler maalesef asfaltlanmadı. Burhan Erdayı
İlköğretim Okulu çevresindeki sokaklar gibi. Yeni şebeke boruların
bir kısmının konutlara bağlandığı, bir kısmının ise,konutlara giriş
boruları bulunamadığı gerekçesiyle açıkta ve sokaklara uzatılmış
şekilde öylece bırakıldığı görülmektedir. Vatandaşlarımızın bize baş
vurarak köşemizden bu durumun dile getirilmesi ve yetkililere
duyurulması istenmiştir. Duyuruyoruz. Sorunlarının ekseriyetle
çözüldüğü, düzenli ve medeni bir şehirde yaşamak öyle sanıyorum ki
hepimizin tabii hakkıdır. Türk halkının gelecekten endişe duymayan,
iş ve aş kaygısı taşımayan, temiz bir çevrede, mutlu ve moralinin
yüksek olduğu günlere kavuşması dileğiyle.
200 yıldan
beri rüyamız Avrupalı olmaktı. Tanzimat ile başlayan Avrupalı olma,
Avrupalı gibi gelişme veya Avrupalı gibi yaşama hayallerimiz,
2000’li yıllarda hala devam etmekte ve bir türlü de
gerçekleştirilememektedir. Avrupalı, bir defa bizi Avrupalı olarak
görmemektedir. Bunu açık açık da ifade etmektedirler. Hepimizin
şahit olduğu gibi, 12-13 aralık 2002 tarihlerinde yapılan Kopenhag
zirvesinde yine Avrupa bizi kapı dışında beklemeye aldı. Tabi yine
Avrupa kulübü dışında kaldık. Ümitler yine başka bahara kaldı. Bütün
bu çabalarımıza rağmen, her nedense, ne Avrupalı olabildik, nede
gelişebildik. Belki biraz Avrupalı gibi yaşamaya çalıştık ama,
maalesef Avrupalı gibi çalışıp üretemediğimiz için onu da
başaramadık. Avrupa’nın, ne kadar terk ettiği, demode olmuş
alışkanlık ve yaşam tarzı varsa, onları alıp Avrupalı olduğumuzu
zannettik. Fakat o da tutmadı. Biz Türk milleti ve özellikle Türk
aydınları olarak, Avrupalılığı Çalışma disiplininde, üretimde,
düşüncede, özgürlükte, insan hak ve hürriyetlerinde, ilim ve
teknoloji geliştirmede değil de, Avrupalı gibi yemede, içmede,
müzikte, giyim ve kuşamda aradık. Ne yazık ki sonuç ortada. Halbuki
daha sekiz on yıl önce Komünizm’in tasallutundan kurtulan, aç ve
sefil halde olan Polonya, Estonya, macaristan vb ülkelerle Güney
Kıbrıs Rum kesimi gibi ülkeler, çok kısa sürede kalkınarak ve
gelişerek, bizi, kişi başına düşen milli gelirde, kat kat sollayıp
bugün Avrupa birliği üyesi oldular. Adını ettiğimiz bu ülkeler
doksanlı yılların başından bu tarafa öyle bir atılım
gerçekleştirdiler ki, kişi başına düşen milli gelirleri üç yüzlü-beş
yüzlü dolarlarla ifade edilirken, şu anda bizi üçe, beşe katladılar.
Peki biz ne yaptık bu zamana kadar, üç bin dolar dolaylarına kadar
çıkardığımız kişi başına düşen milli gelirimizi, 2.260 dolara
düşürdük. İşte fark bu. Avrupa birliğine alınmasına karar verilen
bazı ülkelerle, ülkemizi kıyaslayacak olursak, aşağıdaki acıklı
manzara karşımıza çıkıyor. İşte adını ettiğimiz ülkelerde kişi
başına düşen milli gelir ve biz. Kıbrıs Rum kesimi :16.000 dolar Çek
Cumhuriyeti :12.900 dolar Slovenya :12.000 dolar Macaristan :11.200
dolar Slovakya :10.200 dolar Estonya :10.000 dolar Polonya :8.500
dolar. Letonya :7.200 dolar Litvanya :7.300 dolar Türkiye :2.260
dolar Ayrıca kısa zaman sonra AB’ye katılmaya aday olan Bulgaristan
ve Romanya gibi ülkelerin ise kişi başına düşen milli gelirleri
6.000 dolarlara ulaşmıştır. Bu tabloda Türkiye’nin yeri burada
olmamalıydı. Bu gün, onbeş Avrupa birliği üyesi ülkenin, kişi başına
düşen, milli gelirden aldığı pay ortalama 21.000 dolardır. Peki her
türlü kaynağa ve jeopolitik avantajlara sahip olan ülkemiz neden
20.000 dolarlarda değil de, 2.000 dolarda anlamak mümkün değil.
Hepimizin şapkamızı önümüze koyup, enine boyuna düşünmemiz gerekir.
Nerelerde hata yapıyoruz? Avrupalıdan önce kendi kendimizi
sorgulamalı ve acı da olsa hatalarımızı tespit edip, yaptığımız
hatalardan geri dönmesini bilmeliyiz. Yüz yıllarca zenginliğin,
adaletin, insan hak ve hürriyetlerinin temsilciliğini yapmış olan
Türk milleti, Avrupa kapılarında bekletilmek bir tarafa, bir çekim
merkezi olma istidadına sahiptir. Yeter ki biz, bir birimizle
didişmeyi bırakıp, her türlü potansiyelimizi değerlendirip, dünya
ile yarışmayı yeğleyelim. Yeter ki biz, her türlü maddi ve manevi
kaynaklarımızı harekete geçirmesini bilelim ve uygulayalım. Yeter ki
biz, disiplinli çalışmasını, üretmesini ve her alanda rekabet
etmesini bilelim. Yeter ki biz, toplumumuzun önündeki gelişmemizi
engelleyen, bütün maddi ve manevi engelleri hiçbir kesimden kuşku
duymadan kaldırıp, insanlarımızın önünü açalım.
SONUNDA CİNNET TOPLUMU HALİNE GELDİK İSMAİL SARIÇAY
E-mail:isaricay@turk.net
Gün geçmiyor
ki televizyonlardan insanın kanını donduran görüntüler izlemeyelim.
Kimileri kendini yüksek bina ve boğaz köprüsünden aşağıya bırakıyor,
kimileri var beynine silahını dayayıp kendini vuruyor, kimileride
var ki karısını ve çocuklarını kurşuna dizip ondan sonra kendi
canına kıyıyor. Hele şu 10 ekim 2002 günü televizyonlardan
izlediğimiz son olay var ki, görüp de irkilmemek mümkün değil. Bir
adam bütün insanların ve kameraların önünde karısını önüne yatırıp,
kendini kaybetmiş bir halde, ha bire karısına bıçak darbeleri
indirerek, bıçağı adeta kabağa saplar gibi saplamaktadır.
Televizyonlarını izlerken insanların göz yaşlarının akmasına sebep
olan, eşi ve benzeri görülmemiş bu öfke ve cinnetin görüntüleriydi
izlediğimiz. Bu görüntüler insan aklına zarar. Dışarıdan görüldüğü
kadarıyla bu cinnetin sebebi, İşsizlik, yoksulluk ve açlık. Bu
olayın herkesi derin derin düşündürmesi gerekir. Bu tip olayların
temelinde, daha çok ekonomik sıkıntıların geldiği herkesin malumu.
Bu gün halkımız ekonomik olarak büyük bir sıkıntı ve çöküntü
içerisindedir. Bu sıkıntı ve çıkmazlar insanları canından bezdirmiş,
en ufak bir anlaşmazlık veya sürtüşmede ya silahlar yada bıçaklar
konuşuyor. Tez elden halkımızı buhrana sürükleyen yoksulluk,
işsizlik, adaletsizlik vb. sıkıntılardan kurtaracak gerekli
tedbirlerin alınması gerekir. Yine başka bir olaya bakıyorsunuz buna
benzer manzaralar görüyorsunuz. Hırsızın biri, bir eve girip
hırsızlık yapıyor, hırsızlık yaptığı evde karşısına çıkan bütün ev
ahalisinin hepsini bıçak darbeleriyle yerlere seriyor. Allah aşkına
nedir bu yaşananlar. Toplumumuzun bir travma geçirdiğini artık
dağdaki çoban bile biliyor. Ahlaki çöküntüyle birlikte, İnsanların
ekonomik olarak yaşadıkları sıkıntılar, akla hayale gelmeyecek
olayların meydana gelmesine sebep oluyor. İnsanlar, eğer ekmek
parası bulmakta zorlanıyorsa ve aç kalıyorsa, gördüğümüz ve şahit
olduğumuz gibi akla ve mantığa sığmayan olayların olması her zaman
muhtemeldir. Anadolu’da bu durumu veciz bir şekilde ifade eden bazı
deyimlerimiz vardır hani. “Aç köpek fırın deler”, “Açlık sofuluğu
bozar”, “Aç ayı oynamaz” vb. sözler boşuna söylenmemiştir.
Sorumlular, İnsanları ne sebeple olursa olsun, bir dilim ekmeğe
muhtaç ve açlıkla karşı karşıya bırakmayacak tedbirleri almalı ve
uygulamalıdır. Zenginler, çevresindeki insanları görüp gözetmeli ki,
toplumumuzdaki gelir farklılıkları bir nebze de olsa tolare edilsin.
Girişimcilerin ve toplumumuzun önündeki gelişmeye ve iş kurmaya
mani, bütün fiziki ve bürokratik engeller kaldırılarak, istihdam
hacmi artırılmalıdır ki,kişiler birer ekmek kapısı bulabilsin. Hatta
iş kurup da 2-3 kişi çalıştıran insanlar ödüllendirilsin ki, herkes
istihdam oluşturma yarışına girsin. Bulgaristan, Romanya ve
Macaristan gibi ülkelere gidip yatırım yapmak zorunda bırakılan
girişimcilerimize, gerekli kolaylık ve teşvikler sağlanarak kendi
ülkemizin insanlarına istihdam olanaklarının oluşturulması
sağlansın. Böylece her vatandaşımızın kimseye muhtaç olmadan,
çoluğunun çocuğunun nafakasını temin edebilecek bir iş alanı
oluşturulabilsin. Dünyanın en güzel coğrafyasına, verimli ve zengin
kaynaklarına sahip olan ülkemizde, kaynaklarımızın yeterince
değerlendirilememesi neticesinde, böyle manzaraların yaşanması tüm
halkımızı derinden yaralamaktadır. Yoksa bizler Türk toplumu olarak,
yoksulluk ve fakirliği, hele hele cinnet toplumu olmayı hiç mi hiç
hak etmedik.
Bundan tam
bir yıl önce 11 eylülde, yani bu gün, şehrimiz Balıkesir’in etkili
ve saygın gazetelerinden “Politika gazetesi”nde, “Gözlem” adını
taşıyan köşemizde ilk yazımızı yayınlamış ve seçkin Politika
okurlarıyla ilk defa tanışmıştık. Geriye dönüp baktığımızda, bir yıl
içinde yaklaşık 90 makale ve araştırma yazısı yazmışız. Bu zaman
zarfında okurlarımızın gösterdiği ilgiye ve yaptıkları yapıcı ve yol
gösterici eleştirilere teşekkürlerimizi arz etmeyi bir borç
biliyoruz. Geçen bir yıl içinde kaleme aldığımız yazılarımızda, hiç
kimseyi hedef almadan ve hedef göstermeden, herkesin kişilik
haklarına saygılı olarak, empatik bir yaklaşımla yazılarımızı
yazmaya çalıştık. Çeşitli olayları kendi penceremizden
değerlendirmeye alıp irdeledik. Geçen bu bir yıl içinde, Politika
gazetesi yönetici ve çalışanlarından büyük destek ve yakınlık
gördük. Ayrıca bütün Politika ailesinin her türlü görüş ve düşünceye
açık ve demokratik bir anlayışla yaklaşmaları, takdire şayan bir
davranıştır. Hepsine bütün okuyucularımın huzurunda teşekkür ediyor
başarılar diliyorum. Bizim, Politika gazetesinde yazı yazmaya
başlamamızın yıl dönümü olan 11 eylül günü, yani bu gün, hepimizin
bildiği gibi A.B.D’de bulunan ikiz kulelere yapılan saldırıların da
yıl dönümüdür. Bu vesileyle tekrar bu terörist saldırıları
lanetliyoruz. Bu saldırıların yıl dönümü dolayısıyla, kısaca dünyayı
sarsan bu olayı, satır başlarıyla tekrar hatırlamakta fayda var.
A.B.D’deki bu saldırılar, bütün dünyada büyük bir yankı uyandırmış,
hatta bir çok insan şaşkına dönmüş halde, olayları anlamaya
çalışırken, bir çok spekülasyonlar da yapılmıştı. Fakat bu
saldırıların A.B.D gibi bir dünya lideri devlet içinde nasıl
yapıldığı, hele CIA gibi bir istihbarat teşkilatının bundan nasıl
haberdar olmadığı bir çok şüphelere neden olmuştu. Olayın arkasında,
Afganistan’da bulunan Ladin’in ve ona bağlı Taliban’ın bulunduğu
açıklanmış ve bunun üzerine A.B.D Afganistan’a saldırı
düzenlemiştir. Bu saldırılar sonunda, Afganistan’da yönetimi elinde
bulunduran Taliban devrilerek, Taliban dönemi sona erdirilmiştir.
Ancak O gün bugündür, gerçek anlamda saldırıları kimin, niçin, nasıl
yaptığı, dünya kamu oyunu tatmin edecek şekilde, gerçek delilleriyle
ortaya konamamıştır. Bu olay öyle gözüküyor ki yakın zamanda da
ortaya çıkacağa benzememektedir. Öyle anlaşılıyor ki, bu olayın gün
yüzüne çıkması, diğer bazı olayların meydana gelmesine kadar üstü
örtülü kalacağa benzemektedir. Ortaya çıkması gereken olay, A.B.D
ile İsrail ne zaman karşı karşıya gelirse,bir başka ifadeyle
çıkarları çatışıp birbirleriyle hasım olurlarsa, işte o zaman bütün
dünya belki gerçekleri öğrenebilecek. Çünkü bu saldırıların gerçek
sebeplerini bu iki devlete bağlı yetkililer ve istihbarat güçleri
bilmektedirler. Onun dışındakiler spekülasyondur. Bu gün
saldırıların 1.yıl dönümü kutlanacaktır. Özellikle A.B.D’de ve bütün
dünyada terör kınanacak, lanetler okunacaktır. Dileriz söylenenler
lafta kalmaz pratiğe geçer. Yine dileriz ki, hiçbir devlet, kuruluş
veya kişi kendi çıkarları için terörü desteklemez. Masum insanların
ölmelerine ve zarar görmelerine meydan vermezler. Çeşitli çıkarlar
elde etmek ve saldırı düzenlemek için, bahane olarak terör ve
teröristler icat edilmez. Terör ve terörizmden en çok zarar gören
Türk halkıdır. Terörizmin ne demek olduğunu her halde dünyada bizden
daha iyi bilen ve anlayan yoktur. Çünkü Türk milleti otuz bin yiğit
evladını bu insanlık dışı, vahşi terörizm de kaybetmiştir. Onun için
bütün dünya ülkeleri, kuruluş ve kişileri, kime karşı yapılırsa
yapılsın, terörizmi hoş karşılamamalı, desteklememeli ve arkasında
durmamalıdır.
|