KARALİ

          Yüksek yaylalar üzerine kurulmuş, çevresi ormanlarla kaplı, fakir, fakat çalışkan insanların yaşadığı bir Anadolu köyüdür İcikler. Bin dört yüz yıllarında icik yörükleri tarafından kurulan bu  köyün geçim kaynakları verimli ovalardan elde edilen bol miktardaki mahsuller değil, daha çok  kıraç tarlalardan elde ettikleri az miktardaki ürünler ve yetiştirdikleri hayvanlardı.

Yerleşim yeri ve çevresinde ise yeterli su kaynakları da yoktu. Köylüler bin bir zahmetle, içme ve kullanma sularını gruplar halinde eşeklerle, beygirlerle ve kadınların sırtında taşıdığı testilerle uzak mesafelerden sağlıyorlardı. Ekip biçtikleri araziler ise,  susuz ve verimsiz boz kırlardan oluşuyordu.

Köy halkı, karınca gibi çalışmasına rağmen topraklarının verimsiz olması, onların sefaletten kurtulmasına bir türlü yetmiyordu. Gece gündüz, çoluk çocuk çalışıyorlar, fakat yiyebildikleri sadece tarhana çorbası, bulgur pilavı ve kıyma ev makarnası aşından başkası değildi. Varsa yanında ayran bulunuyor, kavun, karpuz, domates ve biber gibi sebzeler ancak kendi tarla ve dere kenarlarında bulunan bahçelerinde çıktığı zaman sofralarına geliyordu. Bunların da çıkması ağustos ayının ortalarını buluyordu.

 Fakirlik içerisinde yüzen bu insanların hallerinden pek de şikayetçi oldukları söylenemezdi. Bulduklarına şükredip olmayanlara Allah’ın daha çok vermesini isteyen insanların çok bulunduğu bir yerdir İcikler.

Bu Anadolu diyarında içki içilmiyor, kumar oynanmıyor ve hırsızlık nedir kimse bilmiyordu. Burada hiçbir Allah’ın kulu, bir başkasının malına, canına ve namusuna göz dikmiyor, bütün halk kavgasız gürültüsüz, büyük bir hoşgörü ve ahenk içinde yaşayıp gidiyordu.

 Yazın yaylaya, yatılı olarak orak biçmeye, bostan beklemeye giden köylüler, kapılarını sadece birer iple bağlayıp çekip gidiyor, fakat gözleri asla arkada kalmıyordu.

Ne var ki bütün bu güzelliklere rağmen bazen hasetlik ve kıskançlıklar da olmuyor, demek de değildi.

***

         İcikler’de Süllüoğlu adında sevilen sayılan bir köylü  vardı ki, köylü ona kısaca Süloğlu diyordu. Süloğlunun kendi yiyecek ekmeği çok sınırlı olduğu halde, kim zorda kalırsa hemen onun yardımına koşuyor, bir dilim ekmeği varsa bile yarısını bölüp ihtiyaç sahibine veriyordu.

Tarlada kendi işini erken bitirdiği zamanlarda hemen köye dönmüyor, darda olanlara Hızır gibi yetişiyor, sıkıntılarını gidererek onları rahatlatıyordu. Süloğlu sanki bir yardım meleğiydi. Kimse hakkında kötülük düşünmez, dedi kodu yapmaz, köyde çıkan anlaşmazlıklarda herkes onu arabulucu olarak görür, köy halkının güvenini kazanmış temiz kalpli, içten, alçak gönüllü bir insandı Süloğlu. Köylü de ona, melek gibi bir insan diyordu.

         İcikler’de birde Kara Ali  vardır ki, köylü ona  kısaca Karali diyordu  . Karalinin gözü her zaman başkasının malında, mülkündeydi. Kendini beğenen, başkalarını daima küçük gören, gururlu ve kibirliydi birisiydi.

 Kim ne yaparsa onu kıskanıyor, ben neden yapamıyorum diye mırıldanıp duruyordu. Devamlı, komşunun olacağına benim olsaydı diye düşünüyor, gördüğü bütün tarla ve  hayvanların kendisinin olmasını istiyordu. Köyün ve çevrenin en zengin kişisinin kendisi olmasını ve herkesin önünde diz çökmesini murat ediyordu. Karali bencil mi bencildi. Hasetlik ve kıskançlıktan kendini bir türlü kurtaramıyordu.

Karali’nin aç gözlülüğü ve bencilliği iyi bilindiğinden, köylüler tarafından hiç dikkate alınmıyor, kendisine değer verilmiyor ve sözüne itibar edilmiyordu.

Karali’nin içini haset ve bencillik kapkara kaplamış, kendinden başka kimseyi görecek hali de bulunmuyordu. Ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, Karali’yi de haset yiyip bitiriyordu.

 

***

        

         Yoksul, ama çok çalışkan bir Çiftçi olan Süloğlu, bir gün tarlasına vardığında birde ne görsün. Tek bacağı kırılmış, sevimli mi sevimli bir Leylek, bana yardım eder misin  dercesine umutsuz umutsuz kendisine bakıyordu. 

Süloğlu, Leyleğin bakışlarını görünce yanına yaklaştı. Benzi üzüntüden sarardı ve bir baba şevkatiyle koşarak leyleğin yanına vardı. Onu okşayarak ve severek kucağına aldı. Tepeden tırnağa inceledi. Ne yazık ki zavallının bacağı kırılmıştı. Kırık bacağa ne yapabilirim diye düşündü taşındı. Kafasından film şeridi gibi onlarca  çare gelip geçti.

Hemen elini cebine attı ve cebinden bıçağını çıkardı. Koşarak çevresinde bulunan ağaçlardan iki dal kesip, onları  iki tarafından  yontarak kırık bacağa sargı desteği yaptı. Sağına baktı, soluna baktı, bacağı  saracak bir bez bulamadı.

 Hemen aklına, sırtında bulunan ve iç çamaşır olarak giydiği kaputtan dikilmiş yarı yamalı ve dizlerine kadar uzanan göneği geldi. Bu zavallı hayvan, böyle bacağı kırık yerlerde sürünürken ben nasıl olur da,  onu böylece dağ başında bırakabilirim diye mırıldandı ve hemen giydiği göneğinin bir kenarından bir parça keserek koparıp aldı. Kırık bacağın iki tarafına ağaçlardan hazırlamış olduğu destekleri koydu. Kırılan kemiği düzgün bir şekilde iki ağaç parçası arasına yerleştirdi. Göneğinden kesmiş olduğu parçayla kırık bacağı özene bezene sardı, sarmaladı.

Bu sırada Süloğlu, zavallı Leyleğin acıdan lak laklarına dayanamayıp gözlerinden yağmur taneleri misali yaşlar boncuk boncuk akıyor, göz yaşları önündeki toprağı  adeta suluyordu.

         Süloğlu baktı ki, kendisine mahsun mahsun bakan, baharın müjdecisi olan  o zavallı kuşun gözlerinden de, sızma halinde göz yaşlarının aktığını gördü. Adeta Süloğlu ile zavallı hayvan yas tutuyor, birbirlerinin hislerini okumuşçasına göz yaşı döküyorlardı.  

Hemen Süloğlu’nun aklına bu  hayvanın günlerdir aç olabileceği geldi. Leyleği şöyle bir süzdü ve zavallının günlerce aç kaldığı her halinden belliydi. Gözleri, aç susuz ve halsiz kaldığını sanki Süloğlu’na haykırıyordu.

Süloğlu, leylekle göz göze geldi ve Leyleğin ne demek istediğini, gözlerinden okumuş gibi, hemen heybesine koştu. Heybede bulunan ekmeğinin içini çıkardı. Leyleğin yemesi için ekmeği kırıkladı ve avucuyla itina ile zavallının ağzına götürdü. Ama Leyleğin yiyecek takatı kalmamıştı. Ağzını açmaktan bile aciz kalmıştı.

Süloğlu, büyük bir şefkatla ağzını bir eliyle açtı, öbür eliyle ekmek kırıklarını ağzına verdi. Yavaş yavaş ekmekleri yiyen Leyleğin gözleri canlanmaya, vücudu hareketlenmeye başladı. Süloğlu  Leyleğin susamış olduğunu da düşünerek hemen yanında bulunan toprak kavanozundan avucuna su alarak gagalarını açıp ağzına akıttı.

 Karnı doyan ve susuzluğu giden Leylek uçmak için sağa sola çırpınmaya başladı. Ama ne çare uçması mümkün değildi. Leyleğin bu halini gören  Süloğlu, onu bu halde bırakmanın doğru olmadığını düşündü. Bu hayvancağızın iyileşinceye kadar bakıma muhtaç olduğunu, ancak ondan sonra salıvermenin daha doğru olacağına karar verdi. Akşama kadar çiftini sürdü. Köyüne dönerken büyük bir sevgiyle kucağına aldı, seve, okşaya evine götürdü. Yolda giderken birde isim buldu. Lak Lak.

Yorgun yokuş hemen Lak Lak’ı, kedi, köpek vb her türlü tehlikelerden korumak için çıtalardan uygun bir kafes yaptı. Kafesin tabanına ince çırpılardan, onun doğal yaşantısına uygun bir yuva yaptı. Yuvanın yanına da toprak bir kavanoz parçası içine su ve yanına da bir leğen içine yiyecekler koydu.

 Lak Lak yattığı yerden hem suyunu içiyor, hem de yiyeceğini yiyordu. Süloğlu böylece  On, on beş gün Lak Lak’ı besledi yaralarını tedavi etti. Baktı ki Lak Lak’ın bacağı artık iyileşmiş, kendi başının çaresine bakabilecek güçte, götürüp bulduğu tarlaya bırakayım  artık diye düşündü.

Aldı kucağına, yine seve okşaya, yara sargılarını büyük bir itina ile yavaş yavaş incitmeden çıkardı. Gördü  ki Lak Lak’ın kırık bacağı oldukça iyileşmiş. Ertesi gün sabah erkenden karnını doyurdu, suyunu içirdi. Büyük bir sevinç ve heyecanla kucağına aldı. Yine seve okşaya, öküzlerini de önüne katarak tarlasının yolunu tuttu. Ne kadar yol aldığının farkına bile varmadan, kendisini tarlasının ortasında buluverdi.

Tekrar sevdi, okşadı, öptü, sırtını sıvazladı ve uçması için havaya doğru bırakıverdi. Lak Lak bir hamlede uçarak gökyüzüne süzüldü. Bu durumu gören Süloğlu sevinçten uçuyordu adeta. Bir taraftan da şöyle dua ediyordu. “Allah’ım bir kuş bile olsa onu sağlığından etme, başkalarına muhtaç eyleme, eylersen de içi senin aşkınla yanan, yaptığını senin rızan için yapanlardan eyle”dedi ve Lak Lak’ı ufuktan kayboluncaya kadar yaşlı gözlerle izledi.

 

***

         Yıllar sonra Süloğlu bir gün, yine bostan dikmek üzere karısı ve çocuklarıyla birlikte tarlasına gitti. Tarla komşuları olan Karali de çoluğuyla çocuğuyla aynı şekilde yan tarlada bostan dikiyorlardı.

Herkes büyük bir gayret içinde bostanlarını dikerken, beklenmedik bir şey oldu. gökyüzünden süzülerek gelen bir Leylek Süloğlu’nun  yanına, ağzında bir kese olduğu halde konuverdi. Leylek lak lak  diye sesler çıkarıyordu. Belliydi ki bir şeyler söylüyordu. Süloğlu, Leyleği hemen tanıdı.

 Süloğlu hanımına;

-“Hanım hanım bu Leylek geçen yıl burada bulduğum kırık bacaklı Leylek galiba. Hani bizim Lak Lak adını verdiğimiz Leylek  vardı ya. Bacağını sarıp tedavi ettiğim Leylek. İşte o, o” diye seslendi.

Eşi Fadime hanımda;

 -“Bey bey nereden biliyorsun o olduğunu. İşaret mi koydun ki” dedi.

Süloğlu;

 -“Ben beş yüz tane beyaz koyun içinde nasıl çek koyununu, yürüyüşünden hatta duruşundan biliyorsam, bunu da öyle bilirim” dedi.

Fadime hanım;

-“Peki peki, sana inanıyor ve güveniyorum, sen tanırsın” dedi.

Leylek ağzındaki keseyi Süloğlu’nun heybelerinin yanına bırakıverdi. Bu durumu tarla  komşusu Karali de  hayretler içinde izlemekteydi.

         Süloğlu tarla komşuları karali ile birlikte koşarak heybelerin yanına vardılar. Baktılar ki heybelerin yanında bir kese. Süloğlu keseyi eline alır almaz hayretler içinde kaldı. Belliydi ki kesenin içinde kıymetli bir şeyler vardı. Çünkü kese oldukça ağırdı. Yanında komşuları Karali olduğu halde keseyi açıp baktıklarında bir de ne görsünler? bir kese dolusu altın olmaz mı? Orada bulunan herkes hayretler içinde kaldı. O anda Süloğlu’nun dudaklarından şu sözler döküldü.”Ey Allah’ım sen nelere kadirsin. Ben bu leyleğe sadece senin rızan için yardım ettim. Başka hiçbir beklentim ve isteğim yoktu. Hiçbir menfaat beklemedim.  Bunu sen benden daha iyi bilirsin. En ufak bir iyiliğin ve yardımın karşılıksız kalmayacağını bundan daha güzel ne gösterebilir” diye kendi kendine mırıldandı.        

Bu arada komşusu Karali, şaşkın şaşkın, olan ve bitenleri anlamaya çalışıyor, fakat bu durumu bir türlü havsalası kabul etmiyordu.

Nasıl olurdu bir Leylek denilen kuş yüzlerce altını uzaklardan getirip komşusunun heybesinin yanına bırakırdı? Ne olurdu kendi heybesinin yanına koysaydı. Bütün altınlar kendisinin olsaydı diye düşündü. Aklına, bu durumu  komşusuna sormak geldi.

Karali komşusu Süloğlu’na;

-Komşu komşu, bu işin sırrı nedir, bu Leylek keseyi, benim heybelerin yanına değil de, neden senin heybenin yanına  koydu?

Süloğlu ;

-“Komşucuğum, geçen yıl ben buraya çifte gelmiştim. Bu keseyi getiren Leyleği, bacağı kırık olduğu halde benim tarlada, bitkin bir vaziyette ölmek üzereyken buldum. Bacağını Allah rızası için sardım, on, on beş gün, tedavi ettikten sonra buraya getirip bıraktım. Bırakmamla uçup gitmesi bir oldu. Benim yaptığımın hepsi bu kadar.

 Hani bir söz vardır ya. “İyilik yap denize at. Balık bilmezse halîk bilir” diye.

Bir kuş bile olsa, Allah rızası için yapılan hiçbir şey karşılıksız kalmaz, ben hep buna inanmışımdır” diye cevap verdi.

Komşu Karali bunları sinsi sinsi dinledikten sonra kafasında hemen planlar kurmaya başladı. Kendi kendine “bende bir Leyleğin bacağını kırsam, sonra tedavi etsem, herhalde  o Leylek de, Süloğlu’na  getirdiği gibi bana da bir kese, hatta bir çuval altın getirir. Böylece bir anda bende zengin olurum”diye düşündü.

 Karali, gece gündüz kafasında planlar kuruyor, uyku durak bilmeden ha bire düşünüyor düşünüyordu. Günler geçti. Fakat aklına yatan uygun bir plan gelmiyordu. Tam üçüncü gününün sonunda “tamam buldum buldum” diye havalara zıplamaya başladı.

Bulduğu plan tam Karali’ye göreydi. Hemen plan hazırlıklarına başladı. Yakınlarda bulunan Gediz’in bir kolu olan ilke çayına koştu. Çay’dan hınçla balıkları yakalıyor, yanında getirdiği torbaya dolduruyordu. Kan ter içinde balıkları kaptığı gibi tarlasının yolunu tuttu. Artık iş, planı uygulamaya gelmişti.

Planını uygulamak için alel acele tarlasına vardı. Leylek avlamak için çaydan tuttuğu balıklardan tarlasının çeşitli yerlerine öbek öbek serpiştirdi. Elinde uzun övenderesiyle sinsi sinsi beklemeye başladı.

Birde baktı ki, gökyüzünde bir Leylek pervane gibi döne döne geliyordu. Zengin olmaktan başka düşüncesi olmayan kötü kalpli Karali, kıs kıs gülerek “tamam artık planlarım gerçek olacak, planlarım gerçek olcak. Hele şu Leylek  tarlaya bir insin, bir övendere vurmakla bu işi hallederim”diye düşünüyordu.

Leylek birkaç pike yaparak, sonunda yumuşak bir süzülüşle tarlaya indi. Balıkları birer birer toplamaya başladı. Gözünü, kolay yoldan zengin olmaya dikmiş, aç gözlü, adı gibi kalbide kapkara olan Karali, Leylek’in yanına yaklaşmasıyla birlikte,  övenderenin bir kılıç gibi Leyleğin bacaklarına çarpması bir oldu. Zavallı Leylek can havliyle  bir sağa bir sola çırpınmaya başladı. Uçmaya çalışıyor uçamıyor, kaçmaya çalışıyor kaçamıyordu. Çaresiz Karali’ye teslim oldu. Karali, zavallıyı kucakladığı gibi köyün yolunu tuttu. Yolda ikide bir, sen de bana altın getireceksin, beni zengin edeceksin değil mi? Bana iki kese altın getireceğinden eminim. Sen Süloğlu’nun altınlarından daha fazla getireceksin buna inanıyorum. Tamam mı tamam mı? diye Leylekle konuşur gibi kendi kendine konuşuyordu.

 Karali komşusu Süloğlu’nun yaptığı gibi, Leyleğin bacaklarını sardı, sarmaladı.  Sonunda tedavi edip aynen komşusunun yaptığı gibi tarlasına götürüp salıverdi. Serbest kalan Leylek uçarak gözlerden kaybolup gitti.

***

         Ertesi yıl ilkbahar aylarıydı. Yine bostanlar dikiliyordu. Karali, tarlasına bostan dikmeye gitti. Gitti ama Karali’nin gözleri hep havalardaydı. Leylek şimdi bir kese altın getirecek, birazdan getirecek diye sabırsızlanıyordu. Akşam oldu hala görünürlerde Leylek yoktu. Leylek beklemekten o gün bostan dikmesini bitirememiş, tarlanın bir kısmı ertesi güne kalmıştı. Akşam oldu. Karali’nin gözleri hâla havalarda Leylek arıyor arıyor bulamıyordu. Akşam karanlığa kavuşurken Karali çocuklarıyla birlikte köyün yolunu tuttu.

Karali’nin çocukları;

-Baba bizim Leylek hani gelmedi. Yoksa bize altın getirmeyecek mi?

-Baba bizim leylek fakir mi yoksa?

-Ama akşama bekledik gelmedi. Gelmeyecek mi Yoksa? Gibi sorular soruyorlardı.

 Fakat karali öfkeden çocuklarının ne sorularını duyuyor nede cevap veriyordu. Hanımı ise korkusundan bir şey soramıyor ve hiçbir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Çünkü Karali’nin davranışları konuşmaya fırsat tanımıyordu. 

Karali Öfkeli öfkeli köye nasıl geldiğini bile fark edemedi. Karısının alel acele hazırladığı akşam yemeğini bile öfkeden yemedi. Bugün bu Leylek niçin gelmedi? Neden neden? diye kendi kendine sorular sorup cevabını bulmaya çalışıyordu.

 Hemen yatmak için odasına çekildi.   Karali yatağına yattı, fakat bir türlü  uyuyamıyor, sağa dönüyor, sola dönüyor, Leyleğin neden kendisine keseler dolusu altın getirmediğini düşünüyordu.

Yoksa Leylek kendisini bulup tanıyamadı mı? yada  Leylek öldü de ondan mı gelemedi? diye derin derin hülyalara dalıyor, fakat bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. Eşi Fatma hanım Karali’nin bu huzursuzluğundan endişe duyuyor, ama Karali’ye de bir şey söyleyemiyordu.

Karali bir ara uyur gibi oldu. Rüyasında  çuvallar dolusu altınla gelen bir Leylek gördü. Bir anda yerinden fırlayarak, avazı çıktığınca bağırmaya başladı. “Getirdi getirdi, işte nihayet getirdi. Benim bacağını kırıp tedavi ettiğim Leylek, Süloğlu’nun tedavi ettiği Leylekten daha çok altın getirdi. Artık ben  Süloğlu’ndan daha zengin oldum. Ben daha zenginim. Zenginim!Zenginim! Herkes benim, kulum, kölem, işçim olacak, benim önümde iki büklüm eğilecekler, bu köy benden sorulacak, tamam artık, tamam artık!” diye bas bas bağırıyordu.

Kocasının sesine  ürpererek uyanan Karali’nin  eşi Fatma hanım, daha ne oluyor deyemeden korkudan dili tutuldu. Kocasının delirdiğini zannetti. Nice sonra hayrola beyim! Ne oldu ? niye bağırıyorsun, sana bir şey mi oldu ? diyebildi.

Karali bir anda kendisinin yatakta olduğunu fark etti. Olanların bir rüya olduğunu anladı ama, mutlaka bu rüyanın gerçekleşeceğini, onun için sabah erkenden yarım kalan bostan tarlasına gitmeyi istiyordu. Fakat daha her taraf karanlıktı. Sabah olmamıştı. Pencereden yıldızlara baktı. Sabah yıldızına göre daha sabahın olmasına bir hayli zaman vardı.

Karali artık yatağında yatamıyor, evin içinde bir o yana bir bu yana, bir o pencereye bir bu pencereye koşuşturarak dolaşıp duruyordu. Kendi kendine, bu gece de ne kadar uzun diye mırıl mırıl mırıldanıyordu.

 Hanımı Karali’nin bu durumuna hem üzülüyor hem de endişeleniyordu. Ama yapacak bir şey de yoktu. Artık Karali’nin gözünü, zengin olma hırsı bürümüş, zulüm yaptığı leyleğin getireceği altınların parıltıları gözünü kamaştırmış başka hiçbir şeyi görmüyordu.

 Kadıncağız kendi kendine;

- “Hayırdır inşallah. Bu adamın başına bugün bir gelecek var ama”diye söylendi.

         Şafak söküyordu. Karali hâla bir o pencereye bir öteki pencereye koşuşturuyordu. Derken sabah ezanı okunmaya başladı. Köyde herkes akın akın cami’ye sabah namazına gidiyordu. Karali’nin ne ezan duyacak kulağı, nede namaza ayıracak vakti vardı.

Karali yüksek bir sesle karısına, çabuk hazırlan gidiyoruz diye bağırdı. Eşeğine heybelerini, bostan çekirdeklerini ve ne lazımsa her şeyini yüklerken hanımına da acele etmesini, bu gün çocukları uyandırmamasını söylüyor, çünkü onları bekleyecek zamanım yok! diye bağırıp çağırarak tembihliyordu.

Eşeğe bindiği gibi yola koyuldu. Hanımı da adeta koşarak Karali’den geri kalmamaya çalışıyor,  fakat Karali eşeği depikledikçe depikliyordu.

Ara sıra Eşi Fatma hanıma da;

“Biraz hızlı yürüsene be hanım, inip şimdi seni tepeleyeceğim. Geç kaldık görmüyor musun be kadın!" diye ikide bir  azarlıyordu.

         Karali ve hanımı tarlaya vardıklarında güneş yavaş yavaş ufuktan kızarmaya başlamıştı. Karali artık leyleğin her an gelebileceğini düşünerek hem bostan emenlerini eşiyor hem de gökyüzünü gözlüyordu.

Bir taraftan eşilen emenlerin içine kavun, karpuz çekirdeklerini atıyor, diğer taraftan da şöyle düşünüyordu. “Eğer Leylek emenlere attığım bu çekirdek sayısı kadar altın getirirse, rüyamda gördüğüm gibi bir çuval ,yok yok iki çuval altınım olur” deyip gözünün önünden çuvallar dolusu altın geçiyordu.    

 

***

Süloğlu sabah tarlasına vardığında, komşusunun çok telaşlı ve huzursuz olduğunu hemen fark etti. Karali’ye selam verdi, fakat Karali’nin selamı duyacak hali yoktu. Tekrar yüksek sesle bir selam daha verdi, ama Karali gök yüzünü gözlemekten Süloğlu’nun selamını yine duymadı.

Karali gök yüzüne adeta kilitlenmiş başka hiçbir şeyin farkında değildi. Süloğlu, Karali’nin bir Leylek bacağı kırıp tedavi ettiğini duymuştu. Huzursuzluğunun da bundan dolayı olabileceğini az çok tahmin ediyordu.

Yine de Süloğlu tarla komşusu Karali’nin bu huzursuzluğuna bir anlam veremiyor, ancak altın hırsı için leyleğin bacaklarını kırarak tedavi etmesinin iyilikten ziyade bir gaddarlık olduğunu, hayvan bile olsa zulme başvurmanın doğru bir davranış olmadığını düşünüyor ve şu güzel sözü hatırlıyordu. ”Ey insanlar bana borçlu gelin fakat kula borçlu gelmeyin. Çünkü  ben, bana olan borcunuzu affedebilirim ama kula olan borcunuzu, kul affetmedikçe ben affedemem”.

Bir hayvan bile olsa işkence etmenin insanlığa sığmayacağını, hayvanlarında yaşama hakkının bulunduğunu, onlara da kötü muamelede bulunmanın yanlış olduğunu, Karali’nin yaptığının çok büyük bir zulüm olduğunu, kasıtlı olarak kırılıp tedavi edilen bir hayvanın bacağının, iyilik getireceğinin beklenmemesi gerektiğini, böyle bir davranışa Allah’ın rıza göstermeyeceğini, onun için boşuna ümitlenmemesini, uygun bir dille söylemeye çalıştı ise de, Karali’nin durumu, Süloğlu’na bunu söyleme fırsatını tanımıyordu.

Süloğlu tekrar tekrar, tarla komşusu Karali’ye bu yaptığının yanlış olduğunu hatırlatmak istediyse de komşusunun karakterini bildiği için, faydası olmayacağı düşüncesiyle bir türlü söyleyemedi. Çünkü komşusunu haset ve kıskançlık ateşi sarmış, başka hiçbir şey görmüyordu.

Hasetlik, ateşin odunu yakıp yok ettiği gibi, insanı nasıl yakıp yok edebileceğinin farkında bile değildi Karali. Var mı yok mu Süloğlu’na gelen altınlardan ille de kendisinin de olmasını istiyordu. Onun  için bütün yollar mübâhtı.

                      

***

         Karali tam ümidini kesmek üzereyken, tarlasının üzerinde bir Leylek dolanmaya başladı. Leyleği görür görmez başladı çığlık atmaya.”İşte geldi, işte geldi, artık benim de altınlarım olacak, benim de altınlarım olacak!” diye avaz avaz bağırıyordu.

Gerçektende leyleğin ağzında bir şeyler sallanıyordu. Hem de büyükçe bir şeydi. Leylek havada dolandıkça dolandı. Karali bütün işini gücünü bırakmış leyleği takip ediyor, sabırsızlıktan zaman zaman canı ağzına geliyor, sanki kalbinin duruvereceğini hissediyordu ama, bir türlü heyecandan da kurtulamıyordu. Leylek bir iki defa Karali’nin heybelerinin üzerinden  pike yaparak geçti.

 Karali neredeyse kalpten gidecek oldu. “Bre Leylek yeter artık dayanacak gücüm kalmadı, bırak şu altın keselerini” diye avazı çıktığınca, bütün gücüyle bağırmaya başladı.

  Leylek üçüncü pikede ağzında getirdiği büyük bir keseyi heybelerin yanına bırakıverdi. Bunu gören Karali öyle bir koşmaya başladı ki, kurşun atsan yakalayamayacak sanki. Heybelere yirmi-otuz metre kaldı ki, Karali’nin ayağına bir tezeğin takılmasıyla birlikte beş altı takla birden attı. Ortalık toz duman oldu. Keseyi kaptığı gibi bağrına basıp sağından solundan öpmeye başladı. Bir yandan da “rüyalarım gerçek oldu artık, bende, bende zengin oldum” diye bağırıyordu.

         Daha hanımının yanına gelmesini beklemeden kesenin ağzını çözmeye başladı. Altınların parıltısını bir an önce görmek istiyordu. Avuç avuç tepesinden aşağı yağmur gibi serpmekti dileği.

Bir ara Leyleğe teşekkür etmek için havaya doğru göz gezdirdi, fakat Leylek çoktan gözlerden kaybolmuştu.

Karali kesenin ağzını çözmeye başladı. Başladı ama kesenin ağzı bir türlü çözülmüyordu. Domuz düğümü atılmış bağı, dişleriyle çözmeyi denediyse de olmadı. Aklına cebindeki bağ bıçağı geldi. Elini cebine attı. Cebinden bağ bıçağını alel acale çıkardı. Kesenin ağzındaki bağı kesmesiyle birlikte içinden yıdırım hızıyla bir kobra yılanının çıkıp, Karali’nin boğazına sarılması bir oldu. Yılan bütün zehirini Karali’nin altın için yanan vücuduna boşaltıverdi.

 Karali oracıkta dakikalarca can çekişe çekişe, içindeki o anlamsız hırsın kurbanı olarak Allah’ın rahmetine kavuştu.

yazar: İsmail SARIÇAY

<<Ana sayfa